vioft2nnt8|201049142CC5|zubabi_zd|ContentPage|ContentText|0xfeffb90800000000e103000001000300
melatonin and weed erowid
melatonin and
weed
İlk Kez
Bir Sevgi
Filmi
Yaptım
2012’de
Yeraltı filmiyle
seyircisiyle buluşan Zeki Demirkubuz’un son filmi
Bulantı,
eleştirmenlerden de seyircilerden de farklı tepkiler aldı. “Gündemin bu kadar
karışık olduğu” bir dönemde “kibirli” bir akademisyenin bireysel hikâyesi
olumsuz eleştiriler alırken filmin finalindeki çözülme Demirkubuz seyircisini
şaşırttı. Gelen tepkiler yanında filmin fazla yazılıp tartışılmaması da dikkat
çekti. Zeki Demirkubuz’la filme gelen aşırı tepkileri, bunlar hakkında neler
düşündüğünü, filminin çıkış noktasını konuşurken satır aralarından Türk sineması
ve Türkiye’ye dair ilginç tespitler ortaya çıktı.
Söyleşiden
önce, filme dair eleştiriler bağlamında, küçük meselelerin artık bizi
ilgilendirmediğini söylemiştiniz. Buradan başlayalım mı?
Son
yıllarda hayatımızda olup bitenlerin angajmanlarından, duygusal baskılarından
kurtulup baktığında, “En çok ne kaybediyoruz?” sorusunun karşılığında; bir
insanın kişisel bir acısı, bir genç kızın özlemi, yetişkin insanların en insani
yanlarına dair duyacakları en küçük duygu küçümsenir, utanılarak ifade edilir
hâle geldi. Yıllar önce bir röportajda acı konusundaki ipoteği anlamaya,
anlatmaya çalışırken şunu demiştim: “Çocuğunu kaybetmiş bir insanın acısı da
acıdır ama yüzlerce elbisesi olup da yurtdışından istediği bir elbiseyi
alamayan, bunun için hakiki bir acı çeken manken kızın acısı da acıdır.” Bunu
vicdanla anlamaya, açıklamaya giriştiğinizde, ikisi arasında ayrım yapmadığımız,
ikisine de aynı vicdanla, insanlıkla bakabildiğiniz zaman acıya yakınlaşırız.
İnsanlara çok saçma gelen, “Ne diyor bu adam?” dedirten şeyler söylemiştim. Son
dönemde tam böyle oldu. Bir küçük burjuvanın kadınlarla ya da kibirle ilgili
problemi diye başlayınca büyük bir yabancılaşma yaşıyorsun.
Film neden
bu kadar tepkiye maruz kaldı?
Kendimi
özne yapmak istemiyorum ama bir meseleye hizmet edecekse konuşulabilir bu.
Bunların olacağını biliyordum çünkü o manken kızın acısıyla ilgili sözleri
söylemiş biriyim. Mesele bunların farkında olmak, olmamak değil. Mesele böyle
nasıl yaşayacağımız. Hayal kırıklığım, kızgınlığım buraya ilişkin. 2003’ten beri
eleştirmenler ne diyor diye çok bakmam. Bu sefer merak ettim. Baktım, korkunç
durumda, çok ilgilenmedim. Bir arkadaşım iki yazı bulmuş. Biri Marksist diğeri
İslamcı yayınlarda yayınlanmış iki yazı. İnanın, aynı şeyler söylenmiş. “Bu
zamanda bu kibir ne, başka sorun kalmadı da bu adam böyle bir şeyin hikâyesini
yazıyor?” Toplumların genel gidişatında düşünürler, entelektüeller, sokaktaki
insan belli bir ipoteğin, kurgunun içinde davranmaya başlar; bunun mantıklı bir
yanı da vardır. Bu kadar dünyevileşen, gündelik olanın bu denli kışkırtıcı,
arsızca yaşandığı yerde zamana, genele ait olan insanlara yetmez. Yetmezlik
duygusunu hayatın her alanında görüyorum, çok şaşırtıcı. Büyük ülkülerin,
düşüncelerin telaffuz edildiği bir dönemde yetmezlik duygusunun yaşanması apayrı
bir konu. Acımasız da olsa kadın düşkünü bir entelektüelin, çocuğunu kaybetmiş
bir annenin veya buna benzer yakıcılığı o insanın sınırları içinde tahakkuk
etmiş bir acı büyük gündemlerle yaşayan bir toplumda zor. Üzülerek gördüm ki bu
olup bitenden feryat eden insanlar bile her gün gazeteyi açtığı zaman bir önceki
büyük olaydan, acıdan, en son yaşadığımız katliamdan daha büyük bir katliamı
istemsizce bekliyor. Bu da sebepsiz kötülük meselesine işaret ediyor. Vicdanını,
sağduyusunu, muhakeme gücünü kaybetmiş; verebileceği başka bir tepki yok. Bize
insan akli bir varlık olarak öğretildi ama öyle değil. İnsan aklıyla olduğundan
daha fazla akıl dışı bir varlık. İyi olduğundan çok daha fazla kötü bir varlık.
Böyle olmasa tarih boyunca iyilik arayışı gereği ideolojiler, inanışlar,
düşünceler bu denli fazla ortaya çıkmazdı.
Bekleme
Odası’nın çıkış
noktası, İsa’nın çarmıhta kendisine vuran asker için “Tanrım, affet, ne
yaptığını bilmiyor.” demesine duyduğum şaşkınlıktı. Acaba bu kibir mi dedim.
Ahlâklı olmanın bile her zaman iyilik ve ideal uğruna değil, çoğu zaman değerli
bir şeyi savunan kibirli adam refleksiyle yapılabileceğini tartışmak istediğim
için bunu yapmıştım. Biliyorum, büyük lafların edildiği bir ülkede birey her
zaman küçümsenir. Sağcısıyla, solcusuyla, İslamcısı, entelektüeli, halkıyla
herkesin ülkenin bölündüğünün, parçalandığının söylendiği bir zamanda böyle bir
“birlik” göstermesi enteresan geldi.
Bulantı’yı çekme
sebeplerinizden biri bu muydu? Bütün bu gürültünün içinde “Ben bir bireyim” mi
demek istediniz?
İlk çıkışı
bir sevgi filmi yapmak istemem. Sonunda adamın kendisiyle yüzleşmesinden, kim
olduğunu itiraf etmesinden hemen öncesinde karısıyla çocuğunu izlediği video
var. Film şöyle başlıyordu: adam pis bir biçimde elma yiyip
Radikal okuyordu.
Etrafında Neriman çalışıyor. Bu gürültünün arasında bir ses duyulur. Kapı
aralığında karısının çocuğuyla tıpkı o sahnedeki gibi oynadığını görür ve buna
çok şaşırır. Bu sahneyi çektim ama duygusal bulduğum için çıkardım. Bunu Yazgı
bebekken gördüğümde gerçekten çok şaşırmıştım çünkü çok şey bilen bir adam
olarak böyle şeylere tanık olmuşumdur ama fark etmemiştim. Şaşkınlığıma çok
şaşırmış, bunu bir yere not etmiştim. Filmlerim öyle çıkar. Bu sahneler, zamanla
bir yerde kalır, bazıları büyür, başka şeylerle buluşur çünkü film yapmak
anakroniktir. Duygu ekseninde gelişir. Benim gibi yönetmenlerde tabii, bütün
yönetmenlerde değil. Bir insan hayatı boyunca, ilk filminden bugüne kadar
söyledikleri ve filmleriyle suçlanırsa -zaten çocukluğumdan beri kendimi suçlu
hisseden biriyim- kendine kıza kıza bunu kabul ederek varlığını sürdürmeye
başlıyor. Kendimi iyi hissettiğim film
Kader’dir. Çok
onay gördüğü için kendimi güçlü hissediyorum. Diğer filmlerde kendimi hep suçlu
hissetmişimdir.
Kader’i,
Yazgı’yı
izleyenler “Hayatımızı mahvettin.” diye biraz ironik bazen sevimli bazen
sevimsiz şeyler söyler. Ben de “Bir sevgi filmi yap, kendini temize çekersin.”
dedim. Fakat bu işin gündelikle ilgili kısmı; muhakeme gücünü ve vicdanını koyup
film yapmaya başladığın zaman fikirlerini, duygularını, arzularını bile devreye
sokamıyorsun. Orada başka bir vicdan devreye giriyor, hakikatle ilişki öyledir.
Ahmet
öğrencilerine sevginin imkânsızlığına dair tam tersi bir tez ortaya atıyor.
Ahmet gibi
davranışları konusunda insani açıklamalar yerine akli, entelektüel açıklamaları
ön plana almış birisi inanmak istediğine inanır. Benliğini böldürmek, vicdanıyla
karşı karşıya gelmek istemeyen biri hayatını sürdürebilmek için inanmak
zorundadır. Önüne gelen bir Dostoyevski metnini bile buna göre yorumlar.
Sevmenin imkânsız olduğunu Dostoyevski çok başka bir yerden söylüyor. Sevgiyi,
insanlığı esas alırsanız insanın birbirini sevmesi gerçekten imkânsızdır çünkü
ideal öyle yüksek bir ölçüdür ki ne kadar severseniz sevin, bu duygu buna
yetmez.
Sevgi zaten
oradan çıkmıyor mu? O özdeşleşememe hâli arzuyu, sevgiyi doğuruyor.
Evet,
kanıtlanamaz olması, inancın alanlarına dâhil olmasının sebebi de bu. Ama
sorudaki güzel nokta şu; söylediğimiz düşünce bir acziyet itirafıdır. Sevgiyi
ideal bir yere koyup insan elinden hiçbir eylemin, davranışın ve arzunun ona
ulaşamayacağını söylersek “sevgiyi inkâr etmek” değil ama ulaşılmaz olduğunu
söylemektir bu. Ahmet’in yaptığı bu değil. Bu nedenle mesela din, tasavvuf
sevginin en yüce hâlini insanın elinden alır, Tanrı’ya addeder. Ahmet ise “İnsan
yaratılıştan bozuk bir varlıktır dolayısıyla sevgi diye bir şey yoktur.” der.
Aslında
Dostoyevski’yi kullanıyor.
Bir
anlamda. Bravo.
Ahmet’in
handikabı entelektüellik sonucu her şeyi sevgiyi, eşini, kendisini de
nesneleştirmesi. Bu bilme eylemi soğukluğu, katılığı getiriyor.
Bu kadar
acımasız yapmak istemedim ama olabilir. Film yapmanın böyle bir zorluğu var.
Birçok temel düşünürüm, birçok şeyi de insanlarla beraber fark ederim. Böyle
olmasa finaldeki o çözülme, Ahmet’in kişiliğinin tam tersi olan o davranış
olmaz. Düşünen, akıllı, entelektüel adam kendi egosunu bir kenara bırakacak,
kendi egosunu daha yüce bir anlama feda edecek güce sahip değilse, hadi bu fazla
olabilir, kendinden menkul bir vicdana bile sahip değilse dünyanın en korkunç
adamı olabilir. Çevremde en sık karşılaştığım insan tipi budur. İdeolojisine
bakılmaksızın, vicdanı olmayan adam nesneleştirmeyi bırakın, insanlığa ait
yüksek değerleri bile rakı mezesi gibi yer. Ahmet bir yanıyla elbette böyle bir
adam ama sadece bundan menkul değil çünkü finalde o tavrı sergiledi.
27’nci
sayımızda yaptığımız söyleşide ilginç bir yer var. İnsan muğlâktır diyorsunuz.
Sürekli bu konu üzerine çalışacağınızı da söylüyorsunuz. Böyle olmasaydı
“Muharrem o
kadına ağlar, sonra o ani kötücüllük yerine, iyi bir şey yapmak namzedi hâline
gelirdi,” diyorsunuz.
Bulantı’nın sonunda
Ahmet tam da bunu yapıyor. Bu arada ne değişti?
Çok iyi
oldu bu. İki şey beni inanılmaz zorladı, filmin beş-altı yıl sürmesine sebep
oldu. Birincisi öğrencisiyle birlikte olduğu bölümde, odada mahsur kaldığı
sahne, filmin çekilmesine kesin karar verilen sahneydi.
Yeraltı’nın
arkasından sıcağı sıcağına bu filmi yapmak istediğimde final sahnesinin
eksikliği durdurdu beni. Bir yıl sonra nasıl, neden geldi, onu da bilmiyorum.
Sahne aklıma geldiğinde inanılmaz heyecanlandım. Tamam dedim, bu film yarın
çekilir. Sahnenin filmdeki ifadesi şuydu: Ahmet öyle kolay çözülecek bir adam
değil, bu entelektüellerin, akıllı insanların en alçak, aşağılık yanıdır, her
şeye bir cevapları vardır. Asla itirafçı değiller. Çok büyük yalanlar söylerler.
Bir katili, bir suçluyu bir yerden sonra çözersiniz ama bunları çözmek mümkün
değil. O nedenle iki şeyle Ahmet’i filmin finaline getirmek istiyordum, didaktik
olmadan ve inandırıcı bir şekilde. Eleştirmenlerin aklına gelmemesi gerçekten
üzücü; kimse Tarkovski’nin
Kurban filmini
hatırlamadı. Öyle bir yere getirmek istiyordum. Bunu en gerçek, en karanlık
seyirciyi ikna edici bir ahlâkla yapmaya çalışıyordum. Utanç verici bir durumda
kalan, egosu parçalanmış bir adamın nedamet duygusuna yaklaşabileceği ilk eylem
budur. Elli yaşına kadar var ettiği egosunu, kibrini parçalayabilecek tek duygu
vardır: Utanç. Finale götürebilecek mihenk taşı da bu olabilir. Bundan sonra
Ahmet iki şey yapabilirdi; genelde yapılan bunu rasyonalize edip yoluna devam
etmektir. Fakat Ahmet’in yalnız yemek yeme sahnelerinin, öğrencisinin onu
aramasına rağmen gitmemesinin vs. hepsinin nedeni yalnızlık sebebiyle hayat
sevincini kaybetmesi. Karısı ve çocuğu olduğu zaman, evdeki hareket Ahmet gibi
bir adamı bile dolaylı da olsa yaşama bağlar. Bunlar kaybedildiğinde insan
kurumaya başlar. Bunun sonucunda Ahmet, “tamamen kötü bir adam” da değil,
çözülmeye zor da olsa yatkın bir adam olduğu için, utanç verici durumun
arkasında karısıyla çocuğunun ölümünden sonra yaşadıklarının duygusu ortaya
çıktı. O gece, Muharrem’in geçirdiği sinir krizinde olduğu gibi, Muharrem
ölçülerinde o ev darmadağın olur, Ahmet ölçülerinde de o kadar olur. Sonunda
yüzleşmek için bir adım attı. Bununla da kalmadı, aşağıya indi. Kötücül yerden
şu soruyu sordum: “Karısını, çocuğunu kaybetmiş bir adamın bir süre buna
direndikten sonra vicdanına teslim olup nedamet getirmesinin filmini mi yaptın?”
Tabii bu bana yakışmayacak bir şeydi.
Ama yapmış
oldunuz.
Hayır.
Yeraltı’nda
Muharrem’i ucu açık bıraktınız, burada Ahmet’e bir hamle yaptırdınız.
Yeraltı’nda
fahişenin kucağına yatıp ağladığı sahneyi hatırlayın. Film orada bitseydi ne
olacaktı? Ahmet için söylediğimiz final duygusu Muharrem için de geçerli
kalacaktı. Ama Muharrem sonra hırlayıp, kadınla birlikte olup onu bir an önce
göndermek istedi. Ahmet o çözülmenin en radikal karşılığı olarak hizmetçinin
ayaklarına niçin kapandı; nedamet duygusu için mi, yaralı egosunu bütünüyle
teslim mi etti? Ahmet başka bir adam mı olacak yoksa bunlar yaralı egomuzu tamir
etmenin bir yolu mu?
Hangisiydi
sizin için?
Bunu
Celil’in dediği gibi yapmak istemedim. İkisini de sorguladım. Hiçbirinin
bütünüyle şöyle ya da böyle algılanmasını istemedim. İşin devamını getirecek
seyirciye film yapıyorum. Seyirciye bıraktım, itirafçı seyirciden geri
dönüşlerini de aldım. Neriman’a gittiği sahnede biri “Şimdi de Neriman’a mı
yürüyor diye düşündüm, ayaklarına kapanınca çok utandım.” demiş.
Öyle bir
gerilim var zaten.
Bilerek
yapıldı bu. Yirmi yıldır film yapıyorum. Kimin izleyeceğini bildiğim için bir
görevi icra eder gibi, illa her konuyu kötülüğe bağlamak zorunda olan adam gibi
bir parantez açıp şöyle bir sahne “güzel” olabilirdi: ertesi gün kadın yine
temizliğe gelir. Ahmet gibi biri kendi ölçülerinde pişmanlık yaşamıştır, çok
fazla yakın davranmaz, kız da buna aldırmaz…
Bunu tercih
etmemenizin bir anlamı olmalı.
Bulantı’nın finali
filmografinizi düşündüğümüz zaman daha radikal.
Şunun
etkisi çok açık. Bunun bir anneyle çocuğunun sevgi filmi olması için yola
çıktım.
Diğer
filmlerinizde çıkış noktanız böyle değildi.
Bu ülkede
kötülük çok bilinen, düşünülen bir konu değil. Bunu önemsiyorum, ama bunu
yaparken kötülüğe güzelleme olsun diye yapmıyorum; iyiyi, ideal olanı
duyumsatmanın en ahlâklı yolu bu geliyor. Çünkü diğer bütün yollar ideolojik,
dünyevi inançlar hâlinde nesneleşmiş durumda. Bir de film yaptığım insanlara
başka türlüsünü yapmam saygısızlık olur. “Bu iyi bir şeydir, nettir” dediğimiz
zaman sanat, felsefe yapmaya gerek kalmaz. İyi olmak işlevsel, belirlenmiş,
verili bir davranış hâline gelir, bu korkunç bir şey.
“İyilik
edilgendir, kötülük etkendir, üretkendir” fikri yaklaşımınıza denk düşüyor.
Tabii.
Dediğiniz gibi diğer filmlerde belirsiz bir yerde bitirdim, ama sorgulamaya
meraklı seyirci için şu soru hâlâ sorulabilir: “Bu adam inandırıcı mı, değil
mi?” İnsanların tecrübelerini kullanmak istedim. Yüksek bir davranışı, nedamet
duygusunu, o anda son derece saf bir şekilde bile olsa ama çok alçakça bir
şekilde sırf egomu tamir etmek için, içine düştüğüm çıkmazdan kurtulabilmek için
defalarca yaptığımı hatırlıyorum. O nedenle o finali yaptım. Diğerini yapsaydım
yeter artık duygusu bende bile uyanabilirdi.
       Ahmet,
Dostoyevski’yi saptırıyor dedik. Finalde de Dostoyevski’den de bir “sapma” söz
konusu sanki. Dostoyevski olsaydı muhtemelen bir fahişe olurdu o sahnede. Sizse
filmin en “masum” karakterini kullandınız. Bu bir “sapma” veya “değişme” mi?
“Evre”
diyelim. İlk filmimi çektiğimde yirmi dokuz yaşındaydım. İkincisinde otuz üç.
Sonrakinde otuz sekiz, şimdi elli bir yaşındayım. Bir yanıyla aynıyım bir yandan
da aynı değilim. Yirmi sene önce
Görüntü dergisiyle
söyleşi yapmışız. Neredeyse aynı şeyleri sayıklıyorum. Ne demek istediğini
anlıyorum. Benim öyle dertlerim var.
Yazgı bu
meselelerin en net, en “cool” biçimde tartışıldığı filmdir. Özelikle savcıyla
konuşma bölümü. Ben bunları bir entelektüel ilginçlik, eksantrik olma güdüsüyle
yapmıyorum, bunlar hayatımın meselesi. Başka yönetmenlerden, yazarlardan farklı
olarak hayatımın her günü bunlarla yaşıyorum. Sabah ezanını dinlemeden uyuduğum
gece yok. Tartışıyorum, risklerini alıyorum, bedellerini ödüyorum.
Söyleşi
öncesinde
Bulantı için en
dindar filmim demiştiniz.
Yakın
arkadaşlarım, yapımcım bunun tanığıdır. Çekimler yaklaşırken her gece uykum
gelene kadar filmi çekerim. Ne zaman filmin anlamına baksam dindar bir film
duygusu verir. Bu benim için yabancı değil. Pratikte, siyaseten, Marksist
gelenekten gelen agnostik, inançsız, Nietzsche’yi taparcasına seven biri olarak
kim bende yüksek duygular oluşturduysa hemen hepsi dindar sanatçılardı. Van
Gogh’a inanılmaz bir düşkünlüğüm var. Sonra Rilke, Tarkovski… Bir yolculukta
Hölderlin’in bazı şiirlerini gördüm, tüylerim diken diken oldu. Adamın hayatı,
kendini var etme şekli, Goethe’nin yanında hissettiği acziyet duygusu…
Yazgı’nın da
Bekleme
Odası’nın da
buraya dâhil olduğunu düşünüyorum. Kendime rağmen hakikati duyumsatmaya
çalışarak film yapıyorum.
Bulantı’da bunlar
bir adım daha ileriye gitti. Nedamet getirenler dindarlığa en çok yaklaşan
insanlar.
Türkiye’de
son zamanlardaki çirkeflikten korkuyorum. “Kibirliyimdir” ama kibrim yüzünden bu
çirkeflikten korktuğum için Kültür Bakanlığı’na başvurmadım. Bir düşünceyi,
hakikati kendine sadık bir şekilde ortaya koymak o kadar zor hâle geldi ki.
İnsanı dinin kapısına getiren bir duygu vardır. O duygu benim için çok önemli.
Bir şeye
inanma arzusu mu?
İnanma
arzusu en klasik arzudur. Bunu
İtiraf’ta söyledim.
Dünyanın en büyük zalimleri bile inanmak için yanıp tutuşur. Çok uzak bir dağ
köyünde çocuğu hasta olan bir adam Allah’a inanmaktan ve umut etmekten başka ne
yapacak? Bunlar bizim ülkemizde, hele şu zamanlarda öyle garip bir şekilde
tartışılıyor ki. Ben de ne yazık ki nasibimi aldım bundan, benim gibi bir adamın
bile yaşayacağı yeni tecrübeler varmış. Yavaş yavaş biraz değişmiştim, acaba
haklılar mı, biraz umutlu olmak mı gerekir derken en başında bulduğum şeyin
doğru olduğunu fark ettim, sağlamasını yaptım, şimdi eski yaban zamanlarıma
döneceğim. Kendi kendime sayıklamaya başlayacağım ve bu şekilde -zaten yaş da
geldi- olay devam edip tamamlanacak.
Finaldeki
kadın tercihini konuşuyorduk.
Filmin son
izlemesini duyguyu kurguya kurban vermemek için geceleri, çok yorgunken
yapıyorum. “Dostoyevski romanlarını okuyup bu kadar benimsemeseydim böyle bir
sahneyi yine de yazar mıydım?” dedim. Büyük ihtimalle hayır, çünkü mumlar,
gölgeler bana
Budala’da Nastasya
Filipovna’nın öldüğü bölümü,
Ecinniler’de
Kirilov’un yalnızlığının anlatıldığı bölümleri hatırlattı. Son sahnedeki su,
ateş, öyle bir adamın o durumda olmasının getirdiği tedirginlikte bayağı bir
Dostoyevski etkisi olduğunu düşünüyorum. Masum karakter tercihi noktasında
Dostoyevski’nin ilk eserleri, mesela
Beyaz
Geceler düşünülebilir. Her filmimden insanların nefret
etmesini hep bekledim ve anladım bunu. Sırası geldi destekledim de. Bugün filme
küfredenler, neden
Masumiyet ve
Kader değil
diyenler, ilk çıktığında
Masumiyet’e de
küfretmişlerdi. Çok iyi hatırlıyorum.
Kader’i az
aşağılamadılar. Hiç önemli değil. Size böyle bir olanağı veren, entelektüel
altyapınız, hayatla derdiniz varsa size bu fırsatı veren kaç film yapılıyor?
Buna göre değerlendirmeyip mumlu sahneyi Nuri Bilge’nin filmiyle ilişkilendirip
dedikodu hâline getirdiler. Ben o filmi izlemedim. Bu aklına geliyor ama
Yeraltı’ndaki mum
sahneleri gelmiyor. Asıl önemlisi
Kıskanmak. Mumların en
büyük esin kaynağı
Kıskanmak’tır, dönem
filmi olması yüzünden, özellikle Seniha’nın yalnızlığını anlatmak için mumları,
gölgeleri kullandım. Film pek konuşulmadı dedin ya, böyle magazinden daha beter
hâle getirildi.
Ahmet’in
Neriman’a yakınlaşmasını aydının, emekçi kesime yakınlaşması, kendi
yalnızlığından kurtulma çabası diye yorumlayabilir miyiz?
Bir filmin
esas meseleleri vardır, bunu yaparsınız ve arka planda bunu yaptığınız için
yapmak zorunda olduğunuz ve yapmak istediğiniz başka mecburiyetler, dürtüler ve
olanaklar çıkar. Göremediğimiz yönleri açısından bir portre çıkarırsak Ahmet’i
şöyle sorgulayabiliriz: Anadolu’dan gelmiş, zeki, okumuş, sonra bir statüyü ele
geçirmiş. Sonra geldiği yere, özüne, sınıfına yabancılaşmış. Sınıf atlama
kaygısı esnaftan, işçiden, evsizden daha fazla entelektüelde vardır.
Burada bir
aydın parodisi var mı?
Ne ön yargı
ne parodi var. Zaten öyle şeyleri bilmem. Dümdüz baktım. Muhtemelen bir solculuk
evresi oldu.
Radikal okumasının
sebebi bu, çünkü eskiden daha iyi bir hayat için savaşıp yolu değiştikten sonra
işin geleceği boyut budur. Bu adam oturup Marksizm, emek üzerine ahkâm
kesebilir. Terk ettiği, umursamadığı, nevrotik şekilde kafasında var olan bu
insanlar, sınıf bilinci, işçi sınıfı gerçeklikten öte siyasi bir söylemdir.
Sosyolojik tahlil yapılır ama gerçeklikte iki dakika bile katlanamaz. Bir
emekçiyle karşılaştığı zaman emekçi gözüyle bakmayı bırakalım, onu cahil,
sıkıcı, kendinden uzak biri yerine koyarak meseleyi nevrotikleştirir. Dikkat
ederseniz Ahmet gibi biri Neriman’ın evinde sıkılgan, ezik. Bir insanın orada
vereceği iki tepki vardır: Ya orayı kölesinin bir hizmet alanı olarak görür, ya
da bir başkasının mahremiyeti nedeniyle misafir duygusuyla ezilir. Filmin diğer
meselelerinin yanında hayatı yüzünden inkâr ettiği kendi gerçekliğine de belki
bir dönüş var. Neriman’ın evine ilk forma getirdiğinde, kadına hatırını sormak
için iniyor. İkincisinde daha normal hâle geliyor, kendinde var olan ama inkâr
ettiği şeye biraz daha yaklaşıp, sınıfsal olarak takdirini vermek, bunun
gerçekliğini kabul etmek için geri adım atıyor. Diğer filmlerimde de bu tip
ayrıntılar var ama bunları düşünerek değil mecburiyet olarak yapıyorum. Ahmet’in
karakteriyle, senaryonun inandırıcılığıyla bu kadar uğraşırsan mecburen öyle
yapıyorsun.
Önceki
filmlerinizde kahramanların arka planı muğlâktı.
Bulantı’da Ahmet’in
Beylikdüzü’nde yaşayan bir ailesinin olduğunu öğreniyoruz. Kahramanın arka
planını göstermekteki sebebiniz neydi?
Ahmet gibi
akli bir adamın akıl dışılık karşısındaki acziyetini nasıl anlatacağımı
düşünürken malzemeye ihtiyacım vardı. Malzemeyi de işlevsel anlamda
söylemiyorum. Ben filmi nedense garip bir şekilde çok seviyorum. Birçok şeyin
daha önce hiç yapılmadığını bildiğim için nasıl bu kadar atlanabilir diye de
şaşırdım. Ahmet gibi birinin hayatında, uyuz ve sürekli para istemek için gelen
kardeşinin anlatabildiği o rüya mesela.
O rüya bir
kırılma noktası gibi…
Tabii.
Gözlüğün kırılması nazar meselesi. İnsanlar filmlerime böyle şeyleri kondurmuyor
ama ben bu tip şeyleri sürekli yaşarım. Enerji, nazar her neyse o kadar da
inanılmaz değil; annesinin sürekli aynı rüyayı görmesi ve bunu Müslüman bir
ülkenin geleneği içerisinde mevlid okutmakla çözmeye çalışmak istemesi. Finale
gidiş bu ufak ayrıntılarda. Kadın düşkünü bir adam barda tanıştığı kızın
telefonunu niye açmıyor? Aslı’yı arayacakken Aslı onu arıyor. Bunları bekledim,
seyircilerden de, eleştiriden de daha fazlasını beklemiyorum. Onlarca detay var,
bu karşılıkları bulmasaydım filmi çekmezdim zaten. Şaşırdığım şeylerden biridir:
Birçok film var, genel bir içeriği var, bir konu anlatıyor, ondan sonra bu
içerik üzerinden konu siyasileştirilip tartışma malzemesi haline getiriliyor.
İlla bunu mu vermek lazım? Siyasileştirilemeyen hiçbir şey içselleştirilemiyor
artık. O sahne çok önemlidir. Dücane Cündioğlu’nun
Sanat ve
Felsefe kitabında bir resim var; yukarısı gündüz, aşağısı
gece. Çok beğenmiştim. Rüya da ona göndermeydi. Adamın ilk defa karısına ve
kızına karşı duydukları, ummadığı bir yerden, annesinden ve aptal kardeşinden
geliyor.
En içeriden
geliyor.
Güçlü
adamların çözüleceği yerler buralardır. Shakespeare’in büyüklüğü buradadır. Dev
bir imparatorluğu kimse çözemez ama zamanında yapılmış bir ihanetin bedeli, III.
Richard’da olduğu gibi bir günah duygusu çözer. İnsan böyle bir varlık olduğu
için “sanatsaldır.” Ahmet’i dünyada kimse, Nietzsche bile ikna edemez.
Nietzsche’nin güzel bir lafı var: “Hayatta en çok dilencilerden nefret ederim
çünkü para versem de vermesem de pişman oluyorum.” Çünkü dilenci Nietzsche gibi
bir adamın vicdanına dokunmayı başarıyor. Beni en çok zorlayan, gıcık eden,
bende acıma duygusu yaratan insanlardır çünkü zırhlarımı delerler. İçeriden
yürür, çünkü sana dışarıdan bir şey yapamaz. Ahmet böyle böyle çökertiliyor.
Hastalık
mevzusu da aynı değil mi?
Didaktik
olmamak için, tehlikeli, çok kullanılmış, ucuzlaştırılmış olduğu için dikkatli
yapmaya çalıştım. Filmin dindar bir film olarak algılanıp bakanlığa
başvurmamamın en büyük nedeni doktorun sözleriydi. İlk kez yaptım bunu, filmin
hikâyesini biraz doktora anlattırdım, kanser hastasının yalnızlığı üzerinden
Ahmet’i tarif ettim.
Ahmet
kadınları kullanan bir adam gibi gözüküyor ama bize Ahmet’i de onlar tanıtıyor.
İnsan
kendini başkasından görür. “Yalnız insan” görünmez. Kendimizi bir ilişkide,
başkası üzerinden görürüz. Hayatta böyleyken bir filmde, romanda spesifik olarak
çok daha fazladır. O kızın arsızlığı Ahmet’in gururlu yanını çıkartmamıza
faydalı oldu. Kızın aramasını söyleyen kendisi ama kızın arsızlığı gece
yarısında boş ver dedirtti. O sayede Ahmet’i biraz daha tanıdık. Bunu açık ve
informatik bir biçimde görmedik. Zaten sinema namusu dediğimiz şey biraz da
böyle değil mi? Karısının onurlu davranışında biraz tanıdık. Ahmet’in aptal bir
adam olmadığı orada ortaya çıkıyor. İçten içe gitmesini istemesine rağmen
“gitme” diyor çünkü akıllı adamın zalimliği, tekinsizliği buradadır. Sevgilisi
Aslı bayağı açıklayıcı oldu. Bunlar mesafeli bir biçimde yapıldığı için bu,
izleme geleneğiyle büyümüş seyircide büyük etki yaratmadı ama ben bunları gayet
iyi hissediyorum. Aslı sayesinde zekâsını gördük, manipülasyon yapabilen,
entelektüel biri olduğunu tanıdık. Özge karısını sorduğunda kıza anlatsaydı, çok
alçakça bir davranışta bulunurdu. Bunlara çok emek verdim, yıllarca inceden
dokudum ama şuna inanıyorum, film yarın öbür gün internete düştüğünde pek çok
insan izleyecek. Gece yalnız başına, rollerinden bağımsız bir biçimde
seyrettiklerinde çok daha fazla karşılık bulacak.
Filminizi
eşinize ve kızınıza ithaf ediyorsunuz; bu filmi çok önemli bir yere koyduğunuz
anlamına geliyor.
Filmi neden
yaptığımın, kendime dönük, basit ve insani yönü şuydu; karımı ve kızımı kaybetme
korkusunun bir sonucu olarak yaptım, bu kadar net. Bu bir sevgi filmidir, onlara
ithaf etmemin nedeni de bu. Ben aptal bir adam değilim. Bazıları şöyle
diyebilir, dediler bile. Utanç verici. “Herhalde yaşadıkları yüzünden karısına
karşı nedamet getirmiş.” İnsan bu kadar mı dünya dışı olabilir? Böyle bir film
görseydim, adam en kötüsünü aklına getirerek en iyisini karısı ve çocuğuyla
yaşamaya çalışıyor derdim. Bu öyle bir film ama ne yazık ki, bu ülkenin en temel
sorunu aşkınlık eksikliği; hiçbir fikri, duyguyu, meseleyi aşkınca anlatma
emeği, dürtüsü yok. Bunun en büyük sebebi gurur eksikliğidir çünkü aşkın olma
arzusu, ancak gururlu olmaya çalışan insan davranışının sonucudur. Gurursuz
insan aşkla, iyilikle, değerlerle ilgili ifadeleri en bağnaz, açık, pornografik
düzeyde yapar. Benim gibi yaptığınızda anlaşılmama tehlikesi yaşarsınız. Ahlâki
olarak bir yönetmen bu tehlikeyi göze alıp buna göre film yapamıyorsa başka bir
alanın yönetmenidir. Bu konuda en ufak bir şikâyetimin olmamasının, küçük
kızgınlıklar, kırgınlıklar dışında kötü bir şey hissetmememin, cevap bile
vermeye gerek duymamamın nedeni de bu.
Söyleşi:
Tuba Deniz-Celil Civan
Fotoğraf:
Tuba Deniz