vioft2nnt8|201049142CC5|zubabi_zd|ContentPage|ContentText|0xfeffea0700000000d501000001000300

abortion pill online

abortion pill online miconsoladoryyo.com

abortion clinics in fort myers fl

abortion clinics in fort myers fl musemc.com

viagra cena lekaren

viagra na prodej

cialis cena

cialis 20mg vs 10mg click

İdeal İyiliğin Yolu Kötülüğü Anlamaktan Geçiyor

Zeki Demirkubuz ismi, filmlerini takip edenler için sinemadan fazla bir şey ifade ediyor. Yönetmen insanlık durumunun naif ve kırılgan yönlerine bakışındaki sahicilik ve sadelikle, sinemanın ışık, asistan, montaj, kostüm vs.den müteşekkil bir şey olmadığının canlı kanıtı oluyor. ''C Blok'', ''Masumiyet'' ve ''Üçüncü Sayfa''dan sonra “Karanlık Öyküler” adı altında yaptığı iki filmden biri olan ''Yazgı'' şu sıralar gösterimde. Senaryosu Camus’un “Yabancı” romanından esinlenerek yazılmış film Demirkubuz müdahaleleri ile Dostoyevski etkileri taşıyan bir bilinçlenme halinin vurgularını taşıyor. Yazgı hiç bir şeye gerçek bir ilgi beslemeyen kayıtsız bir kahramanın, hiç bir şey yapmadan değerler sistemini alt üst etmesi üzerine bir film. Sözü fazla uzatmadan Sine-k bölümünde ayrıca ele aldığımız, filmin yönetmeniyle yaptığımız röportaja geçiyoruz…

Önceki filmleriniz de de karanlık vardı. Sokaktaki yüzlerce insandan birini alıyor ve derinlerinde yeşeren karanlığa tutuyordunuz vizörü. Bu karanlık merakı neden?

Edinilmiş bunca bilgiye ve keşifler çağında olmamıza rağmen insanın kaderi ve ruhu ile ilgili birçok şeyin karanlıkta olduğunu düşünüyorum . İnsan sonuçları ortada ama sebepleri halen karanlıkta olan bir varlık. Karanlığı kötülüğü ifade etmek için kullanmıyorum. Ama kötülüğün hakkını da veriyorum; bizi meraka teşvik eden kötülüktür. Kötülüklere bakarken ya da onlar nedeniyle acı çekerken başlar anlama çabası. Bu anlama çabasının kaynağı olması nedeniyle kötülük olgusuna ilgi duyduğumu söyleyebilirim. Hatta daha da ileri gidip bugün insan hayatına yön veren anlamların tümünün kaynağında kötülük olduğunu düşündüğümü söyleyebilirim. Çünkü kötülük olmasaydı Hz. İsa olmazdı, kötülük olmasaydı Marksizm ortaya çıkmazdı. Her şey kötülükle yüzleştiğimiz anda bir soru olarak ortaya çıkıyor, ya da bir kuşku olarak beliriyor. Kötülük son derece sorgulayıcı ve insani olmanın anlamını belirleyici bir şey.

Yoksa iyilik anlatılmaya, gösterilmeye kalkıldığında “sıkıcı” bir şeye mi dönüşüyor?

İyiliği sıkıcı bulmuyorum. İyilik, soruları şüpheleri olamayan, kendisini fazla hissettirmeyen bir duygu durumu ya da kavram. İnsanlar iyilikle kurdukları ilişkide bir üst bilinç oluşturmazlar, ama kötülükle ilgilenmek her anlamda daha farklı bir üst bilinç oluşturmayı gerektirir, kötülük dominanttır. İyiliğe daha mesafeli yaklaşıyorum. Dostoyevski’nin verdiği esinle, iyiliğin anlamlı bir biçimde yaşanabilmesinin ancak kötülüğün özgürleştirilmesi ile mümkün olacağını düşünüyorum ben. Kötülüğün bir ideal olarak savunulmasından bahsetmiyorum. En başından beri olduğu gibi ve hep olabileceği gibi kötülük yapan ve bunu gizleyen insanlar olarak yaşamın kötülüğünden bahsediyorum.

İtiraf dediğimiz şeyle itibarın iade edilmesi mi kastettiğiniz? Yani yaptığı eylemin sorumluluğunu bu dünyada ve şimdi üstlenebilmeyi, işlediği kötülüğün sorumluluğunu alabilecek güçte bir vicdanın bir bilincin oluşması mı?

Evet söylemek istediğim şey bu. Kötülükle olan teşrik-i mesaim, kötülüğün meşrulaşmasını arzulamamdan ileri gelmiyor elbette. Kötülükle ilgilenmeyi sadece peygamberlerin, ermişlerin, düşünürlerin sırtına yükleyip, zahmetsizce yaşam sürmenin de büyük bir kötülük olduğunu düşünüyorum. İnsanlık günah içinde yaşıyor ve bu durum günaha karşı tavır alınmış toplumlarda da böyle . Ben bunun sebeplerini anlamaya çalışıyorum. Eğer iyilik yarım gerçekleşmesi umulan bir istisna ise yalnızca ve kötülük bir kuralsa, bunun farkına varalım ve yaşadığımız gerçekliğin kötülükleri ve günahlarıyla yüzleşelim. Bunu itiraf etmemiz “ideal” olan için bir başlangıç olabilir.

Yine de iyiliği pek duyumsamıyor oluşumuzun nedeni iyiliğin daha genel, kötülüğün daha istisna olduğunun bir delili değil mi?

Bence değil. Bir şeyin kötü olduğunu anlamamız için somut kriterler var. Ama bugünkü anlamıyla-ideal anlamında değil, iyiliğin hiçbir kriteri yok. İyilik şemsiyesi altına girmek için özel bir kişilik ve özel bir vicdan gerekmiyor bugün. Yaşadığımız kötü hayatları iyilik vadedenlere borçluyuz. Yaşananların sorumlusu olduğunu itiraf edebilecek kapasitede birini göremiyorum etrafta. İyilik öyle bir maske ki, bugün bu ülkede her şey bir iyilik adına yapılıyor. Okul kapılarında bekletilen türbanlı kızlar da bir iyilik adına içeri alınmıyor. Kur’an kursunda sureyi ezberleyemeyen çocuk da bir iyilik adına dayak yiyor. Hiç bir polis kötülük adına işkence yapıyorum demiyor, iyilik adına işkence yapıyor. Bir sürü adı var iyiliğin.

Kötülük ,adli makamların meselesi olmayacak kadar ciddi diyorsunuz…

Hukuki tanımlamalar ve çözümler hayatımızı başkalaştıran, meseleye nicel olarak yaklaşan, acil çözümler üreten ama özdeki şeyi anlamamıza yardımcı olmayan küçük tamponlardır. İnsanlığın bu anlamda bir yol katettiğine inanmıyorum. Nietzsche’nin dahil ve Dostoyevski’nin söylediği, benim de dahil olmak istediğim şey bir yüzleşmenin sağlanabilmesi. Bir mahkeme kurarak, bir cezaevi inşa ederek bu meseleyi halletmiş olmuyoruz. İdam sehpaları ertesi gün bir önlem olamıyor. Sinema gibi bir referans benim için burada ortaya çıkıyor, ikinci bir dile ihtiyaç duyma meselesi.

Önceki filmlerinizin-Masumiyet’in ve Üçüncü Sayfa'nın mesela, tiplemeleri daha alacalıydı. Adli anlamda suçlu idiler ama bir yerde masumdular da. Musa ise hayata karşı o kadar “kayıtsız” ki hiçbir sabıkası olmamasına rağmen çok negatif bir elektrik veriyor. Musa'nın, adaleti bile zor durumda bırakan kayıtsızlığını nereye oturtmalıyız bu anlama çabasında?

Bu hepimizin kayıtsızlığı. Problem istememe gibi bir ideolojimiz var. Musa bunu daha açık yaşıyor sadece. Musa kendisi suçlu olmadığı halde suçlu hisseden biri. Bugüne kadar çektiğim filmlerde bildiğimiz anlamda suç işleyen insanlarla masumiyeti anlatmayı, Yazgı'da ise hiç suç işlememiş bir insanla suçu anlatmayı denedim. Musa'nın kayıtsızlığı önem verdiğimiz pek çok şeyin anlamını darmadağın ediyor. Eşinin kendisini aldatmasına kayıtsız kalarak ihaneti anlamsız kılıyor, işlemediği bir suça boyun eğerek suçun ve adaletin anlamını darmadağın ediyor. Musa'nın kayıtsızlığı, onu yargılayanların dünyasının adaletinin ne denli basit , ne derece “adaletsiz” olduğunu anlatmak için bir imkan sundu bana. İnsanlığın tüm serüveninden edindiği hayat bilgisinin ne kadar naif olduğunu göstermek istedim. İnsanlığın katettiği bütün yol bu. İnsanlığın serüvenine ideolojilerin ve ideolojikleştirip dünyalılaşan dinlerin bakış açılarından bakmıyorum. Bir ilerleme ya da gelişmeden söz edilemez. Çünkü ne zaman bu insanlık birikimi denen şeyi sınamaya kalksanız tuzla buz oluyor.

Garip bir şey, bizi çepeçevre saran şeyleri Musa, ruhundaki boşlukla anlamsız kılıyor...Ama aynı sonuç dünyanın bir konaklama yeri olduğunu bilen bir Sufi'nin ruh doluluğu nedeniyle de söz konusu olabilir. O da müthiş bir teslimiyetle ''neylerse güzel eyler'' deyip boyun eğerek anlamsız kılabilir ihaneti ve adalet sisteminin çabasını.

Evet. Ben bu anlamların karşısına ''boşluk''u çıkardım. Bunu ruhsuzluğa ya da kötülüğe kendi başına mutlak bir değer atfettiğim için değil, ideal bir ruha ve inanca duyduğum özlem yüzünden yaptım.

Yazgı esinlendiği eseri, “Yabancı” yı aşan kimi unsurlara sahip. A. Camus kahramanına cinayeti işletiyor, kahramanın sorgulamalarının mesnedi bizzat kendi eylemi oluyordu. Yazgı'nın kahramanı Musa ise suç işlemediği halde suçu reddetmeyerek durumu daha da zorlaştırıyor.

Bu, “Yazgı” ile ilgili olarak hep duymayı istediğim bir soruydu. Kahramanıma cinayet işlettirmeyişimin iki sebebi var. Birincisi teknik bir şey. Tuhaf kaçabilir ama en sevdiğim romanlardan biri olmasına rağmen Yabancı'nın cinayetin gerçekleştiği yerden sonrasını zayıf bulmuşumdur hep. Derin bir anlama çabasına rağmen Camus'nün tavrı dünyalı bir tavır. Önce komünist partiye sonra daha hümanist mücadelelere girmiş, dünyanın verili durumları içinde adalet arayışı hep olmuş biri Camus. Böyle olunca da romanın birinci bölümünde ortaya koyduğu ruh halini ikinci bölümde fikirlerini deklare etme adına dünyevileştirmiş. Camus kahramanını idam cezasına mahkum ederek onun mazlumluğuna yoğunlaşıyor, hatta idam cezasını bile sorgulamış oluyor böylelikle, ama bu sefer o cezayı verenlerin ruhuna haksızlık ediyor. Camus var olan tartışma biçimlerine biraz teslim olmuş oluyor bence. Ben cevabını verememe pahasına bile olsa sorgulamayı ve şüpheyi önemsiyorum. Çünkü ele aldığım konular maneviyatla ilgili ve bu konu neden ve sonuç ilişkileriyle anlaşılacak bir konu değil. İkinci sebebim ise kahramanın annesinin ölümüne üzüntü duymaması hatta sevinç duyması meselesini ön plana çıkarmak istemem. Hayatımızı yönlendiren sistemin, büyük yasaların, hayat bilgisinin suçsuz bir insanın bir anlık hissedişi karşısında nasıl alabora olduğunu, nasıl darmadağın olduğunu gösterebilmem için bana imkan tanıyan bir duygu durumuydu bu.

Camus 'nün romanındaki kahraman sonra doğru, “anladım ki dışarıda bir hafta kalan biri hapishanede bir ömür geçirebilir, yaşadığı anları saniyelerine ayırır, onları tekrar yaşar tekrar üretir hiç canı sıkılmaz” gibi bir yere varıyordu. Yani hayatın her aptal anı bile değerlidir gibi hayat adına umut içeren bir mesaj vardı romanda. “Yazgı” nın kahramanı için ise hapishane böyle bir deneyim olmuyor. Umuda yeşil ışık yakmıyorsun.

Camus böyle yaparak kendisini ideolojik olarak okunmaya müsait hale getiriyor. Umut bence insanlığın en büyük ve en karşı çıkılması gereken ideolojisidir. İyilik nasıl her kapanın elinde kalan basit, kişiliksiz ve ikiyüzlü bir olguysa günümüzde, umut da böyle iki yüzlü bir kavram. Oysa, her şeyin gerçek ve sahici olmasının kriterleri olmalı. Sahip olunmak istenen, kendisine sahip olmayı isteyenden bir bedel istemeli. Umut en büyük inançsızlıkların da sebebidir, buna en iyi örnek de aydınlanma felsefesidir bence.

Yazgı'nın kahramanı Musa, kimilerince, yaşadığımız coğrafya itibariyle fazla “modern” ve fazlasıyla trajik bulundu. Gerçekten de her şeye rağmen inanca, geleneklere dair bir takım ritüellerin olduğu bir toplumda bu kadar sevgisiz ve bu kadar yalnız kalmış birinin olması mümkün mü?

Filmlerimi yaparken karakterlerimin en az ciddiye aldığım unsurları sosyal, kültürel, dinsel, ulusal, sınıfsal özellikleridir. Bunlar biçimsel şeylerdir, kimlik olgularıdır.Ben kişilikle ilgileniyorum ve bu kişiliğin toplumsal hayatın en başından bugününe kadar gelmiş özü ile: Aşkla, acıyla, ihtirasla, suçla... Bunların tarihi de insanlık kadar eski.

Fakat bu kişilik özelliklerini deklare etmek için karakterlerinizi genelde bir sınıfın insanlarından seçiyorsunuz, Umursamayan, tutunamayan ve maddi anlamda da zayıf olan karakterleriniz var çoğunlukla...

Bu tamamen tesadüf... Hatta bunu doğrulamak için Üçüncü Sayfa'daki İsa'yı örnek verebilirim. İsa büyük bir dayak sonrası ve ertesi günü gerçekleşecek bir tehdidin etkisiyle intihar etmeye kalkıyor, yapamıyor, ama ihaneti anladığı anda tak diye sıkıyor beynine kurşunu. Yoksulluk, zenginlik kapitalizmin koyduğu standartlardır ve insanları böyle algılamaya çalışmak da insanlık adına bir şeyi bilmeyi istememek anlamına gelir. Filmlerimde bu insanları anlattığım doğru. Ama bu insanlara ait gözlemlerimin, ilgimin ve acıma duygumun daha fazla olmasından kaynaklanıyor bu durum... Bir burjuva hayatı çok ilgimi çekmiyor ama burjuva, aristokrat ya da yoksul diye bir kategoriyi bu anlama çabası bakımından yanlış buluyorum.. Filmlerimin özünde inanç arayışı var. Sosyolojik anlamda bu arayışın daha çok yoksullarda olduğu söylenebilir belki , ama bu bir kural değildir kesinlikle. Eğer kural olsaydı zengin kişilerin bir arayışlarının, bir sınavlarının olmadığını söylemeye varır bunun sonu ki, kimsenin böyle bir genelleme yapmaya hakkı yoktur kanımca. Sınıfsal, etnik, dinsel durumları sosyolojik olarak ele alan bir film yapmam. Bunlar bir durumu açıklar ama açıkladıkları şey sadece insanlığın bir yanıdır. Ben bir çile adına sinema yapıyorum. Sahip olduğum birikime tümüyle ihanet ederek böyle bir dünyalığın peşine düşemem.

Evet üretim ilişkilerine ve trendlere teslim olmayan bir sinemanız var. Mevcut ortamda nereye konumlandırıyorsunuz, kendinizi, sinemanızı?

Sanat da iyilik gibi, umut gibi tutanın elinde kalan, kriteri olmayan bir yapı bugün. Benim yaptığım sinema değil bence, sinema diğeri. Yani bu insanların yaptığı şey sinema ise benimkinin sinema olmaması gerekiyor. Ben kriterlerimi koymak istiyorum. Bu kriter de şu: Benim için sanat maneviyatın ta kendisi. Kısıtlamaları olan keyfi özgürleşmeler yerine çileyi esas alan, anlatılmayanın peşinde olan bir şeydir sanat.İnsanların aklına, klişelerine, bilgilerine değil insanlık durumlarına yönelen, güçlü yanına değil zayıf yanına seslenen, itirafkar bir şey.Bu çizgide kalmak istiyorum. Ancak böylesi aracısız ve gösterişten uzak bir çizgiyi de seyirci affetmiyor, bunun farkındayım. Masumiyetten bu yana seyircinin ilgisinde büyük bir düşüş var. Bu benim kişisel anlamda doğru yolda, toplumsal anlamda ise yanlış yolda olduğumu gösteriyor tabi ki. Ama elbette kişisel doğrularımı seçeceğim, beni film yapmama noktasına getirecek olsalar bile.

Nihal Bengisu Karaca. Aksiyon Dergisi, 363. 17 Kasım 2001.