Yalnızlığına düşkün bu ‘aksi’ adam
bu ülkede film çektiği için kim bilir kaç kişi kendini daha az yalnız hissediyor…
Son filmi ‘Bulantı’yı seyretmek için ofisindeyiz. Duvarda Dostoyevski portresi,
masasında Nietzsche’den ‘İşte İnsan’… Işıklar sönüyor, film başlıyor...
** Neden kendiniz oynadınız bu filmde?
- ‘Ahmet’ karakteri için 50 yaş civarı biri gerekiyordu, seçenekler azdı.
Çekime bir hafta kala son görüştüğüm oyuncunun da olmayacağını anladım. Benimle
çalışmak için geberdiğini söyleyen bazı oyuncular bile -çok iyi biliyorum- sevişme
sahneleri yüzünden kıvırdılar. Şakayla, “Olmazsa kendim oynayacağım” diyordum, sonunda
öyle oldu.
** Nasıl geçti peki?
- Çok zor bir roldü, çok diyalogluydu. Zorlandım, kâbuslar gördüm. Rezil
olmak da vardı. Çektiğim en kişisel film bu. Kötü olsa çöpe atacaktım zaten.
** Bir aktör sevişme sahnesinden neden kaçar?
- Halkın o gözle görmesini istemediler herhalde. Çünkü çoğu bir süre sonra popüler
dizilerde oluşturdukları imajlarla anılıyorlar, öyle tutuluyorlar ve buradan para
kazanıyorlar. Bir açıdan haklılar yani. Başka zorluklar da oldu. Salonunda Mustafa
Kemal resmi olan bir kapıcı dairesi çekecektik. Bir tane kapıcıyı, ciddi paralar
vermemize rağmen ikna edemedik. Sanki porno çekiliyormuş gibi!

** Allah allah, neden?
- İnanışları yüzündendir. Son yıllarda çok olmaya başladı bu. İnsanlar film çekimine
başka türlü bakmaya başladı. Sonunda Alevi bir kapıcı razı oldu. Bir sonraki filmim
‘Kor’u biraz da bu yüzden Alevilerin ve solcuların yaşadığı Güzeltepe’de çektim.
Hiçbir sorun olmadı.
**Genç oyuncuların performansı çok iyiydi bence. Siz memnun kaldınız mı?
- Şebnem Hassanisoughi, Öykü Karayel, Cemre Ebuzziya, inanılmaz çıktılar.
** Oyuncuları çok zorluyormuşsunuz. Hatta seti terk etme noktasına geliyorlarmış.
Doğru mu?
- Gerektiğinde olan bir şey. Yüksek ve değerli ilişkiler rollerimizi bırakarak mümkün
olur. Şimdi ben yönetmen rolüyle gelmişim, hava atacağım; oyuncu onca dizinin, filmin,
tiyatronun iyi oyuncusu kimliğiyle gelmiş... Korkunç bir aldatma sahnesi çekiyorum, izledin. “Ahmetçiğim
şöyle şöyle yapıyoruz, tamam Zekiciğim, oldu mu” filan... Böyle olmaz! Yani iyi
bir sahneyi kimliklerimizle çekemeyiz. 20 senelik yönetmenim. Bir yönetmen koltuğum
olmadı.
** Seti terk etme aşamasına nasıl geliyorlar?
-Yüzlerce tekrar... Bazen egosu kırılıyor oyuncunun olmayınca. Alınıyor. “Ben mi
yapamıyorum” tribine giriyor ya da umudunu kaybediyor. O zaman ayrılıyoruz.
** Oldu mu böyle şeyler?
- Hemen her filmde büyük küçük olmuştur. Ben kimseyle kötü bir şey yaşamaktan
korkmam, yeter ki bir arada olma nedenimizi, adalet duygumuzu ve kalitemizi yitirmeyelim.
Oyunculara iyi olduklarını gösterecekleri senaryoyu verebilen tek adam benim
** Filmlerinizde hep aldatma teması var. Bu sefer de erkek aldatmasını işlemişsiniz.
- Feministler yıllarca haksızlık etti bana. Bu sefer erkeği aldattırayım
da rahatlasınlar... Yaşamın esası ihanettir, kötülüktür. Bu tür şeyleri bir biçimde
gerçekleştirmektir. İyilik, güzellik, sadakat bir çözüm arayışı olarak ortaya çıkmıştır.
‘Düzen’ deriz, ‘iktidar’ deriz ama insan doğasını kazırsak ulaşacağımız yer yaradılıştaki
sakatlıktır. Sinemamı bunun üzerine oturtmaya çalışıyorum.

** Nasıl bir sakatlık?
- İnsan çoklu dürtülere, çelişkili bir yapıya sahip. Huyu suyu günden güne
değişir. Bizi ‘ideal’e, ‘doğru’ya götüren, güzeli özlememize sebep olan budur. Benim
kötücüllüğü, ihaneti anlatmam normal. O hümanist mesajları verenler, baksan benden
daha karanlık adamlar çıkabilir. Ama söz söylemeye geldiğinde pek sağduyulu olurlar.
Ben inanmak istediğime değil, inanmak zorunda olduğuma kulak veririm.
** Bugüne kadar çalıştığınız en iyi oyuncu kim?
- Nergis Öztürk’ün yeri başka. Başlangıçta en kötü şeyi yaşamak üzereyken
bu durumu en iyisine dönüştürme gücü ve şahsiyeti göstermesinden belki ama “Şu ya
da bu” demek gerçekten haksızlık olur. Son filmdeki Caner Cindoruk, Taner Birsel
ve Aslıhan Gürbüz’ün karakterleri yoğun ve zordu; muhteşem de oynadılar. Ama Güven
Kıraç da öyleydi, Haluk Bilginer, Derya Alabora da. Bu soruyu en iyi biraz ukalalık
yaparak cevaplayabilirim. Ben oyunculara iyi oyuncu olduklarını gösterme fırsatı
çıkaran senaryoyu verebilen, buna göre sahneler yazabilecek, -neredeyse değil- tek
insanım bu ülkede. Ve iyi oyuncu ancak iyi yazılmış senaryo ve sahneyle ortaya çıkabilir.
Aslında mesele bu.
** Farkınız ne?
- Oyuncuya ölürcesine, bütün enerjimle emek veriyorum. Üç senede bir film
çekiyorum. Kamera arkalarına bakın, nasıl yaşlanmışım her birinde.
BEN DEVRİM FİLAN YAPMADIM
** Türk sinemasında Nuri Bilge Ceylan, Reha Erdem, Yeşim Ustaoğlu gibi yönetmenlerle
beraber bir devrim yaptığınız düşünülür. Buna katılıyor musunuz?
- Bundan haberim yok. Böyle bir şeye inansaydım, “Ulan kitapsızlar, bu devrimin
lideri benim” deyip hepsine darbe yapardım. Tayyip Erdoğan’ın AKP’de yaptığı gibi.
Devrimle yapılmış şeyler biraz öyledir. Ben devrim falan yapmadım. Bir filmi çekerken
kalbime, yıllar boyunca hangi duygularla baş ettiğime baksalar çok şaşırırlardı.
Ben yalnız olmak istiyorum.
** O dönem aranızda bir ruhbirliği yok muydu?
- Yok öyle bir şey. “Ahmet, Mehmet” demeyeyim ama bir-iki kişi hariç hiçbirini
sevmem.
** Nuri Bilge Ceylan’la küs olduğunuz doğru mu?
-Evet. 2006’dan beri konuşmuyoruz.
** Yollarınız neden ayrıldı?
- Böyle demek fazla anlamlı olur. Hayat böyledir. İnsanın arkadaşları olur, sevgilileri,
ahbapları olur; bir dönem sonra herkes yoluna gider.
** Sinemaya Zeki Ökten’in asistanı olarak başladınız. Siz birini yetiştiriyor musunuz?
Çıraklık geleneği devam ediyor mu?
- Öyle bir gelenek yoktu, hâlâ yok. Ben Zeki Abi dahil çalıştığım hiçbir
yönetmenin yaptıklarından etkilenmedim. Bana ne dedilerse tersini yaptım. Bir sürü
asistanı vardı. Onlar olamadı, ben oldum. Ne yapılmasından çok, ne yapılmaması gerektiğini
öğrendim. Sanat anlatılamayanı anlatmaya kalkışmaktır ve yalnızlığımızdan kaynaklanır.
Kimseye itiraf edemediğimiz şeylerden... Usta-çırak ilişkisi bu iş için biraz abartılı
yani! “Hocam” filan dediklerinde gıcık oluyorum zaten.
GEZİ’NİN ANCAK YÜZDE 20’Sİ BEDEL ÖDEMEYİ GÖZE ALABİLİR

** 12 Eylül’de hapse girdiniz. “12 Eylül’de bile böyle şeyler görmedik” diyenler
var. Bu doğru mu?
- Umberto Eco’nun sözündeki gibi: “Hiçbir şey değişmedi, cisimlerin konumundan başka.”
Değişmiş gibi gözüken aynı adamlar. Yaşadığın anın yakıcılığı ve canlılığı yüksektir.
Geçtikten sonra acısı hafifler. Ama şu açıdan haklı olabilirler: Bu hükümet bunları
hukuk, demokrasi ve mazlumların adına yapıyormuş havasında. Benim cuntacılardan,
doksanların faşistlerinden, Necdet Menzir’lerden, Mehmet Ağar’lardan bir beklentim
yoktu zaten. Kenan Evren’den insaf beklemedim, Ecevit’ten de...
** Toplumun baskıya karşı direnci arttı mı peki?
- Türkler bu karakterde bir toplum değil. Bedeli göze alabilecek bir avuç
insan var. Gezi’nin, tahminimce yüzde 20’si. İktidar sorunu sürekli köklüyor. Anlamak
mümkün değil. Yalanı, suçu ortaya çıkmış bir insanın son şeyleri gibi... Çıkışsızlık
öyle bir şeydir ki inanmak istediğine inana inana kendini yok etmeye başlarsın.
Farkına varmazsın. Muhakeme gücünü, vicdanını, aklını yitirirsin.
** İktidara körü körüne destek veren bir kitle var. Yandaş basın, AK troller vs.
Bunları nasıl izliyorsunuz?
- Eski versiyonlarından farkı şu: Bu adamlar besliyor. Devletin olanaklarıyla pratik
olarak da, umutla da... Ama “Biz erdemliler hareketiydik, neye dönüştük” demeler,
ayrışmalar başladı. Tarih, hiç gitmeyecekmiş gibi görünen güç ve iktidarların çöplüğüdür.
Bu kitle güç kerametini başka birilerinde gördüğü gün onun peşine düşecek. Bu, kalabalıkların
doğasında vardır. Kalabalıklar insanlardan oluşur ama mutantlaşarak... İnsan yalnızken
insandır. Gücünü yalnızlığından ve kendisinden aldığı zaman insandır. Gücünü kalabalıktan
alanlar insanlıktan çıkar.

** Gezi’deki ‘iyi insanlar’ nereye gitti peki? Sadece yüzde 20’si mi kaldı?
- Gezi duygusal bir onur hareketidir. Öyle bir hareket Türkiye’de örgütlenebilseydi
1980 yılında 12 Eylül yerine, sosyalist devrim olurdu. Daha iyi bir dünya uğruna
örgütlenip, bunu kullanmaya muktedir bir halkımız yok bizim. En fazla olabilecek
şey Gezi’dir.
** Hürriyet’e baskını nasıl izlediniz? Binaya giremedikleri için belki ölümlerin
ucundan döndük. Başbakan Ahmet Davutoğlu ortaya çıkan dayak tehdidi görüntülerine
“Dost meclisinde ifade edilmiş hususlar” dedi.
- Böyle giderse bir sene sonra mesela “Sen bizi yeteri kadar temsil edemiyorsun”
diye Abdullah Gül’ün evi taşlanabilir, Ahmet Davutoğlu’na biri bir şey yapabilir.
Bir sonraki aşama bu. Hukuk bir kere bile delindiğinde artık olmayan, yalan bir
şeydir. O günlerde hukukun ırzına bir kere daha geçildi. Hürriyet gazetesi ‘gazetecilik’
yapmaya çalışıyor. Bu ülkede her ‘gazeteci’ bu hükümetin uygulamaları aleyhine yazmak
zorundadır. Çünkü bu hükümet durmadan kötü şeyler yapıyor. O gün Sedat Ergin televizyona
çıktığında tesadüfen Ahmet Hakan’ı izliyordum. Adamın gazetesinin kapısı kırılıyor,
aşağıdan girdiler mi girmediler mi, haber bekliyor. Ama Ahmet Hakan ortalığı yakıp
yıkan insanları sadece sağduyuya davet edebiliyor. Suç işleniyor kardeşim, ne sağduyusu!
Durum bu kadar trajik, bu kadar üzücü.
** İktidarın gidişatını nasıl görüyorsunuz?
- Galiba ölümsüzlüğün sırrını buldular! Mesela Ahmet Davutoğlu’nu artık tanıyamıyorum.
Nasıl bu hale gelebildiğini açıklayabilir misiniz sosyolojik açıdan? Yarın öleceğini
bilen insanlar tarafından kurulu bir dünya bu! Öleceğini düşündüğün zaman her şey
anlamını kaybediyor. Boynunda mezar taşınla gezmek gibi. Buna rağmen insanlar Ali
İsmail’i öyle katlediyorsa, çocuklar, askerler ölüyorsa demek ki ölüm bilinci yok.
Ya bir de ölümsüz olsaydık! Mad Max gibi olacaktı herhalde. 50 yaşında, 60 yaşında
birinin bir ayağı çukurdadır. Ayağı çukurda adamlar, yarın bir kuruşunu bile götüremeyeceği
paralar uğruna böyle paranoid, şizofrenik bir hayatı yaşamamıza nasıl göz yumabilirler?
Bir başbakan birileri için yapılan dövme, öldürme planlarına
nasıl “Dost meclisinde söylenmiş laflar” diyebilir? Küçücük bir çocuğun ölümüyle
yetinmeyip, annesine de acı vermeye çalışılmasını nasıl açıklayabiliriz?

** Sizce?
- Wes Craven filmlerinin en önemli teması, ‘return of the repressed’ mevzuudur.
Yani ‘bastırılanın geri gelişi’. Dışadönük davranışlarımızı içimizde onaylayamazsak,
süperego bu davranışı onaylatmaya yönelik hastalıklı bir zorlama yapar. Üzerinde
kruvaze ceket varken “Ben kefenimle geziyorum” dedirtir mesela. Buna ne gerek var?
Şehit cenazelerine gidiyorlar, yaşları gereği yaşıtlarının cenazelerine gidiyorlar.
Birinin toprağa koyuluşuna, üstüne toprak atılışına baksınlar... Cenazeye gelmiş
insanlara baksınlar. Herkesin eli bağlı, boynu bükük ve çaresizlik içinde. İnsan
budur. “Fanidir, bugün var, yarın yoktur.” Mesele bu. Ellerimiz böğrümüzde, boynumuz
bükük, çaresizliğimizi kabul ederek bir makam yaratabilmek... Çankaya’nın, Saray’ın
üstünde bir makam. Ancak o zaman insanlıktan yana bir tarafa gelmiş oluruz. Birbirimizden
daha az korkarız. Yoksa yoldaki adama “Şimdi silah mı bıçak mı çekecek”, polise
“Beni mi vuracak” diye bakarak bir hayat nasıl yaşanabilir?
** Kime oy vereceksiniz?
- HDP’ye. Birileri HDP bu ülkenin partisi değilmiş, bu ülkenin yasalarıyla
kurulmamış gibi davranır ve bana kendini dayatırsa benim gibiler bunu kabul etmez.
HDP’li değilim ama oyumu HDP’ye vermeye mecburum. Yarın AKP’ye, MHP’ye bu kadar
haksızlık yapılırsa onlara da oy veririm.
KİMSESİZ HİSSETTİĞİMDE YANIMDA BEŞİKTAŞ VARDI

** Hayatının merkezine Dostoyevski’yi, Nietzsche’yi koyan birinin futbola bu kadar
tutkulu olması normal mi?
- Sanatçılar mıymıntıdır. Kendilerine proje olarak bakarlar. Takımlarını
saklarlar. Doğal olan benimkidir. Tutkularım var. Karımı, kızımı da böyle sevdim;
Beşiktaş’ı da. En kimsesiz hissettiğim zamanlarda Beşiktaş yanımda oldu.
** Futbola ‘kitlelerin afyonu’ diyenlere katılmıyor musunuz?
- Bu, toplumlara, sosyolojiye düz ve basit bakan solcuların icat ettiği bir fikir.
Latin Amerika’da hiçbir zaman afyon olmamıştır. Direniş duygusunun, var olmanın
karşılığı olmuştur. San Lorenzo’nun, Boca Juniors’un tribünü Che Guevara posterleriyle
doludur. Futbol olmasa pek çok toplum ölür, ruhsuzlaşır.
** Beşiktaş’ta en sevdiğiniz kim?
- İlhan Mansız. Bu filmdeki çocuğun adı o yüzden İlhan.
** Neden?
- Bu kadar saf ama bu kadar gururlu, içe dönük, namuslu olması yüzünden...
Beşiktaş’a tutkuyla bağlı olması yüzünden. Bir Gençlerbirliği maçı vardır. Kupa
yarı finali. Yağmurlu bir günde 4 - 3 yenildik ve elendik. O şekilde yenilmeyi ve
arkadaşlarının aymazlığını kabul edemedi. Yağmurun altında ağlayarak inanılmaz mücadele
etti, goller attı. Beni ağlattı. O gün “Bu çocuk Beşiktaş’ın
tarihidir” dedim.
** Bir Beşiktaşlı olarak kendi takımlarına aynı duygularla bakan Fenerlileri, Galatasaraylıları
anlıyor musunuz?
-Bence bu iki takım, iktidar tutkusu ve her şeyi hak görme duygusuyla ülkedeki
adaletsizliklerin zaman zaman temsilcisi durumunda. Fener, durduğu yer, tarihi bakımından,
taraftarı bakımından biraz daha iyi bir yerde.
** Son dönemde iktidara direnen esas Fenerbahçe olmadı mı?
- Herkesten fazla direnç gösterdi. Ama bunu tartışmıyorum ben.
O ATEŞ YOKSA SANATÇI DA YOKTUR

** En sevdiğiniz filminiz, başyapıtınız hangisi?
- Yönetmenin en ahlaklı yanı, teklifleri reddedip kendini sınamaya kalkmasıdır.
Hiçbir yerinden tutulmayacak hikâyelerle, sevilmeyecek durumlarla, karakterlerle
yapmasıdır bu sınavı. Bu açıdan ‘Yazgı’ ve ‘Bekleme Odası’. Ama içimde hâlâ yüksek
duygular uyandıran film ‘Kader’. ‘Kader’i kendimi ikiye bölerek çektim. Bir yanım
uzaktan bakan, ukala bir düşünür gibi; diğer yanım sabaha kadar Azer Bülbül dinleyerek,
benden habersiz bir kızın evinin önünde karda ayaklarımın donduğu, altı ay hastanelerde
yattığım duyguları hatırlamaya çalışarak... O filmde içimin titremesi başka oldu.
Bazı sahnelerde “Ulan, bunları nasıl yazdım” dedim. ‘Bulantı’ için bir şey demeyeyim
ama ‘Kor’un kurgusu bitti sayılır; galiba hepsine ayar verecek.
** Türk sinema tarihinde en sevdiğiniz yönetmen kim?
-Yılmaz Güney tabii ki. Lütfi Akad’ı da çok severim. Yönetmenin, yazarın,
sanatçının özü ve ateşi olanını severim. Bundan mahrum olan toplayıcıdır, koleksiyonerdir.
Filmi dakikasında anlarım. Yılmaz Güney’in Marksistliğine, solculuğuna rağmen öldüremediği
o öz ve ateşten etkilenmemek mümkün değil. Çerçeveleri kalbinden, oyunculuk ruhundan
geliyor, öbürü öfkesinden... Bütün benliğinizle verdiniz mi oluyor.
** Fabrikada, atölyede çalışmışsınız, işportacılık yapmış, hapse girmişsiniz. Bunlar
mı o ateşi, özü yaratan?
- “Adam yaşamış. ‘Kader’i, ‘Masumiyet’i o çekecek tabii” diyorlar. Bu ülkede gençlerin
büyük kısmının çocukluğu işportacılıkla, sokakta sürünmekle geçer. Hapishanede,
okulda dayak yemekle geçer. Ben 12 Eylül’de işkence görmüş 600 bin kişiden biriyim.
Neden onlar ‘Kader’i çekemiyor? “Çok yaşayan sanatçı olur” diye bir şey yok. Ukalanın
teki olursun, fildişi kulende akşama kadar viski yudumlarsın. Fakat öyle bir vicdanın
vardır ki hiç o sokağa inmeden daha iyi yazabilirsin. Keramet yaşadıklarımda değil,
böyle bir insan olmamda.
** Son zamanlarda sizi en etkileyen film hangisi?
- Sivas. Çok büyük film. Uzun zamandır Türk sinemasında yaşamadığım heyecanı
ve duyguları yaşattı bana.
Çınar Oskay