vioft2nnt8|201049142CC5|zubabi_zd|ContentPage|ContentText|0xfeffab0800000000a703000001000100
Zeki Demirkubuz’un “Bulantı” filmini henüz seyretmedim, “internete düşmesini” bekliyorum; tam da Hayal Perdesi‘nde (sayı 49) yapılan söyleşide kendisinin söylediği bir sebeple: “…Gece yalnız başıma, rollerimden bağımsız bir biçimde seyrettiğimde çok daha fazla karşılık bul[mak]” için. Film Demirkubuz filmiyse, böylesi zaten benim için tam bir zorunluluk, çünkü ben Demirkubuz’un filmlerini aslında seyretmiyorum, okuyorum.. Bunun için de gecenin sukûnetine ihtiyaç duyuyorum.
Bir filmin “okunması” kulağınıza garip gelebilir ama Demirkubuz da neticede film “çekmiyor”, hayatı, insanlık durumlarını “yazıyor”. Hayal Perdesi‘nde Tuba Deniz ve Celil Civan ile yaptığı söyleyişi dikkatle okursanız, söylediklerime hemen hak verebilirsiniz. Burada, söz konusu uzun söyleşiyi aktaracak değilim elbette. Sadece, günümüz dünyasının ve kendi toplumumuzun yansıttığı insanlık durumlarına dair Demirkubuz’un birkaç saptamasına dikkat çekmek istiyorum.
İlki, uzun uzun düşünmemiz gereken bir mesele; neden kötülük var hayatlarımızda; aklî yaratıklar olduğumuz kibriyle dünyaya, hayata belki bir “iyi” uğruna hükmetmeye yönelirken, neden “sebepsiz kötülüklerin” failleri oluveriyoruz? Çünkü, diyor Demirkubuz, insanın “Vicdanını, sağduyusunu, muhakeme gücünü kaybetmiş; verebileceği başka bir tepki yok.” Neden? “Bize insan akli bir varlık olarak öğretildi ama öyle değil. İnsan aklıyla olduğundan daha fazla akıl dışı bir varlık. İyi olduğundan çok daha fazla kötü bir varlık” olduğundan.. İnsanın kötü olması ne demektir? “Kötü insan” ne menem bir şeydir ve onu kötü yapan nedir? İnsan, “…kendi egosunu daha yüce bir anlama feda edecek güce sahip değilse, hadi bu fazla olabilir, kendinden menkul bir vicdana bile sahip değilse dünyanın en korkunç adamı olabilir.”
İşte size sinema gongku gibi beyninizde yankılanabilecek uyarı: “…İdeolojisine bakılmaksızın, vicdanı olmayan adam nesneleştirmeyi bırakın, insanlığa ait yüksek değerleri bile rakı mezesi gibi yer.” Bu sebeple olsa gerek, Demirkubuz Bulantı’yı “yaptığım en dindar” film diye niteler (Şüphesiz, bana göre, buradaki “dindarlık” mefhumunu, özü maneviyat arayışı olan bir çağrışımla okumak uygun olur).
Peki, neden kötülük, kötü oluş bu kadar hükmedici şekilde etrafımızda kol geziyor? Benim Söyleşi’den anladığım kadar, şu dört faktörün rolü var bunda: Utanma duygularımızın yitimi, gurur eksikliğine bağlı olarak aşkınlık anlayışından yoksun oluşumuz, vicdanımıza kulak vermeyi untuşumuz, ve, “siyasileştirilmeyen hiçbir şeyi içselleştirememiz.”
Hiç şüphesiz, tam bu noktada başka bir soru kendiliğinden ortaya çıkıveriyor: Bu faktörleri güdüleyen nedir? Sorunun cevabı, yeri burası olmayan uzun uzun analiz yapmayı gerektiren nitelikte. Esas olan ise yanıt(lar)a nereden başlamamız gerektiği meselesi. Demirkubuz, Bulantı filmiyle bunun cevabını aslında açıkça belirtiyor (kendi ifadelerimle aktarıyorum) : Büyük anlatıların (ideolojilerin, siyasi doktrinlerin, makro ekonomik modellerin vs.) üstünü örtüğü insanlık durumlarının ayrıntı addedilen “küçük” meselelerine eğilmek. Böylece, hem neleri kaybetmiş olduğumuzu, belki nelerikaybetmekten korktuğumuzu anlayabileceğiz, kibirli egolarımızı tesviye etmeye (düzeltmeye) yönelebileceğiz.
Kolay mı? Değil tabii. Hayatla derdimizin olması, arayışlarımızı nispeten kolaylaştıracaktır belki. Hayatla derdimizin olması, gördüklerimiz karşısında bizi bulantıya sevk etse bile bu benliğimizde bir bunaltıya dönüşmedikçe, kötü bir hayatı kötü bir seyirci olarak seyretmeye devam edeceğiz demektir.
Ali Yaşar Sarıbay