vioft2nnt8|201049142CC5|zubabi_zd|ContentPage|ContentText|0xfeffad0800000000b403000001000200
Zeki Demirkubuz dönüyor. Tam onuncu filmiyle... Bizim gibi
onu C Blok’tan beri izleyenler, hele çok sevdiğimiz Yeraltı’dan sonra
hayli zaman alan son filmini merakla bekliyordu.
BULANTI
Yönetim ve senaryo: Zeki Demirkubuz
Görüntü: Türksoy Gölebeyi
Oyuncular: Zeki Demirkubuz, Şebnem Hassanisoughi, Öykü
Karayel, Çağlar Çorumlu, Cemre Ebuzziya, Ercan Kesal, Nurhayat Demirkubuz, Yazgı
Demirkubuz/ Mavi Film yapımı
Ama özellikle geçen pazar iki uzun gazete söyleşisinde (Hürriyet ve Cumhuriyet)
son derece ilginç ve bir ölçüde kışkırtıcı konuşan, hatta kimi magazin yazarlarının
hışmını çekmekte gecikmeyen Zeki, bizleri şaşırtan ve -onun sevdiği futbol
deyimiyle söyleyeyim- “kontr’piyede bırakan” bir filmle çıkıp geliyor.
Çok farklı yorumlar alacağı kesin olan... Filmi kısaca ‘sıkıcı’ bulanlar da olacaktır.
Film bir okulda edebiyat dersleri veren Ahmet’in öyküsü. Karısı ve kızıyla yaşayan,
eşiyle son derece gergin bir ilişki içinde bulunan Ahmet, onları bir otobüs seyahatine
yolladıktan sonra sevgilisiyle gününü gün etmeye başlıyor. Kısa süre sonra
çalan ve susmayan telefonlar, sonra kapıya gelen birileri ona acı haberi veriyor:
otobüs kaza yapmış ve sevdiği iki kişi ölmüştür.
Sonrası? Sonrası yok gibi... Ahmet sanki olaydan hiç etkilenmemişçesine hayatını
aynen sürdürüyor. Öylesine soğuk ve duygusuz ki, sevgilisi bile onun tepkisizliğine
ve kendisine de yönelen ilgisizliğine dayanamıyor, çekip gidiyor.
Arada konuştuğu kardeşi, bayılmalarıyla ortaya çıkan garip hastalığı nedeniyle gittiği
doktor...Bir barda tanıştığı yakıcı bir esmer güzeli...Ve tüm bunların arasında,
o taşralı kılığı ardında tuhaf bir çekiciliği olan iki çocuklu kapıcı/hizmetçi kadın...
Film ağır bir tempoyla gelişiyor. Karakterler iyi belirmiyor, konuşmalar da çokluk
anlaşılmıyor. Daha ötesi, Ahmet’in temsil ettiği o herşeye ilgisiz, en
yakınlarının ölümüne bile tepkisiz, birkaç dünyevi zevk ve öğrencilerine Goethe
(Genç Werter’in Iztırapları) okuma dışında yaşamla ilişkileri sınırlı karakter,
sanki Albert Camus’nün Yabancı’sıyla yakın akraba değil mi?
Ve işte Dostoyevski, Goethe filan derken, Zeki aslında en çok Fransız Varoluşçu-
Existentialiste ekole tutkun değil mi? Nitekim filmi, bu felsefenin iki büyük adından
biri olan Jean-Paul Sartre’ın gençliğimizde bizi hasta eden Bulantı romanının adını
almışken, ana kahramanı da akımın ikinci büyük adı Camus’nün Yabancı romanındaki
Meursault’un ta kendisi sanki...
Ama tüm bu referanslar, sonunda gelip sinema duvarına çarpıyor. Çünkü bir film edebiyattan,
felsefeden ya da başka şeylerden yararlanabilir. Ancak sonunda kendi soluğunu alır,
kendi estetiğini kurar. Burada ise uzunca bir süre gerçek bir sinema duygusu uyanmıyor.
Ve tüm o olaylar, kişiler, konuşmalar dizisi üzerimizden sanki akıp geçiyor. Kimi
neredeyse komik –ama istenmiş bir komedi değil!- bölümler yaratarak: Selçuk’un baskın
sahnesi gibi...
Ne var ki bir film ancak finaliyle bütünlenir, kimi zaman değerlenir. Burada
da bu mucize yineleniyor. Ve son 15-20 dakikada film birden kanatlanıp uçmaya başlıyor. Çok
çarpıcı bir şeyler olduğundan değil. Ama adına saf sinema ya da arı sinema
denen o nadir ve müthiş olay perdede birden belirdiği için...
Böylece Ahmet’in yapay maskesi kırılıp parçalanıyor ve içindeki gerçek
insan dışarı çıkıveriyor. Tıpkı filmin yine Ahmet aracılığıyla sunduğu maço tavrın
da un-ufak olması gibi... Ya da yıkılıveren sınıfsal duvarlar
gibi...
Ama filmin derinlerine dalmaya başlarsanız, başka özel işaretler veya şifreler de
var. Örneğin Ahmet’in hemen yalnızca Radikal gazetesini (veya kitap ekini) okuması...
Bu yalnızca Ahmet’in kişisel seçimi değil de, bizzat Demirkubuz’un filmlerini ya
hiç anlamayan, ya da yalan-yanlış anlayan bir popüler kültüre ve onu yayan gazetelere
karşı seçkinci bir yayın organını savunan kişisel tavrı olmasın?
Ya da eski filmlerinde sürekli açık duran bir TVT ekranını hem ses, hem görüntü
olarak kullanan ve böylece vasatlığın emrindeki bir çağdaş teknolojinin hayatlarımızı
nasıl esir aldığını anlatan Zeki’nin, bu filmde onun yerine ‘smart-phone’ları seçmesi
de dikkatli gözlerden kaçmayacaktır.
Oyunculuklara gelince...Zeki’nin oyunculuğunu eleştirenler olacaktır. Ben de filmi
izlerken hem oyununa takıldım, hem de Nuri Bilge’nin İklimler’deki baş rolünü hatırlayarak
(bence en ‘az iyi’ filmidir), kendi filmlerinde hem de başrol yüklenmenin yönetmenlere
uğur getirmediğini düşündüm
Ama bunun gazetelere yansıyan ‘oyuncu bulamama’ mazereti bir yana, Zeki’nin bilinçli
bir seçim olduğunu düşünüyorum şimdi... Çünkü rol zaten büyük oyunculuk
istemeyen son derece pasif bir rol: her şeye karşı ilgisiz bir kişilik... Böylece
hem Zeki bu rolün altından kalkabilirdi (ve kalkmış gözüküyor). Hem
de seyircinin o kişiliği tanıdığı Zeki’yle, yani kült olmuş sayılması gereken bir
yönetmenle özdeşleştirmesi, filmin lehine olabilirdi. Ki bunu ancak zaman gösterecek.
Diğer oyuncuların, özellikle kadınların da yeterince iyi olduğu söylenebilir.
Sonuç olarak, görünürdeki kusur ve zaaflarına karşın, bunları aşıp yine
önemli olabilen bir film, bir tür aykırı başyapıt. Belki her Demirkubuz
filmi gibi...
Atilla
DORSAY