vioft2nnt8|201049142CC5|zubabi_zd|ContentPage|ContentText|0xfeffb00800000000b403000001000700

lexapro and weed anxiety

lexapro and weed

ceclor

ceclor iammatt.co.uk

usa buy abortion pill

abortion pill online usa

viagra prodej praha

viagra prodej cena go

viagra cena na predpis

viagra prodej praha peider.dk

Acı çekememek


Acı çekememek

CEM KERTİŞ

Ruhu olan filimler yapan yönetmenlerimiz var. Onlardan biri de Zeki Demirkubuz. Her filminden sonra güçlü bir tokat yemiş gibi sarsılıyordum. Son filmi Bulantı ise sarsmaktan çok titreten ve düşündüren bir film. Sinemadan çıktıktan sonra ilk işim Sartre’nin lise yıllarında okuduğum kitabı Bulantı’yı kütüphanemin raflarından bulup çıkarmak oldu. Yeniden okudum. Demirkubuz’da yönettiği filmiyle bir bakıma Bulantı’yı kendince yeniden okumuş. Evet okumuş diyorum; çünkü filmin konusunun romanla bir ilgisi yok, ama ruhunun oldukça ilgili olduğunu düşünüyorum.

‘Yabancı’, bana hep korkutucu bir kelime olarak görünmüştür… Ama daha ürkütücü olan bireyin kendine yabancılaşması; duygularını tanıyamaması, hissedememesi ve ardından hissettiği ‘Bulantı’ değil midir? Bu his kaçınılmaz mı, kendisine mahkûm olduğumuz bir gerçeklik mi? Sartre’a göre evet. Meşhur romanı Bulantı’da kahramanı Antonie Roquentin eserin hemen başlarında şöyle der: “Cumartesi günü, çocuklar denizde taş kaydırıyorlardı, ben de onlar gibi, bir çakıl taşı alıp kaydırmaya kalktım ve hemen işte o anda durup, taşı elimden bırakmamla uzaklaşmam bir oldu. Şaşkına dönmüş olmalıyım ki çocuklar ardımdan güldüler. İşte dıştan görünen. İçimde olup bitenler, hiçbir belli iz bırakmadılar geride. Bir şey vardı, gördüğüm, tiksindiğim, ama denize mi bakıyorum: Çakıl taşına mı bakıyordum, şimdi bilmiyorum artık. Düz bir çakıl taşıydı bu, bir yüzü kupkuru, öteki yüzü ıslak ve çamurlu. Elim kirlenmesin diye, parmaklarımı iyice ayırmış, taşı kıyılarından tutuyordum.” Kant’ın bahsettiği kendinde şey yani dünyanın kendinde varlığı ile birey arasında aşılamayan bir uçurum vardır. Bu aslında bir başka söyleyişle hiçliğin uçurumudur. İşte insanın bu uçurumun kıyısında hissettiğidir bulantı. Eşyanın, nesnelerin bizim dışımızda orada öylece varolmasını bilmek insanı anlamsızlığa düşürür çünkü. Bu dünya benden önce de vardı, benden sonra da varolacak… Peki, benim ben olarak anlamım ne?

Demirkubuz, yönettiği filminde bu hissi eşyadan alıp insana da yaymış. Filmin kahramanı Ahmet sevgilisiyle birlikte olduğu gece karısı ve çocuğunun ölüm haberini alır. Ağlamaz, üzülmez, yaşamına hiçbir şey olmamışçasına devam eder… Yıllar önce, felsefe dersi verdiğim bir sınıfta varoluşçuluk üzerine konuşurken oldukça zeki bir öğrencim annesini trafik kazasında kaybettiği haberinin telefonla kendisine iletildiğini söylemişti. Hiç acı çekmediğini, üzülmediğini telefonu öylece kapadığını anlatmıştı. Babasının bu durumdan dolayı çok kaygılandığını, onu piskologlara götürdüğünden yakınmıştı. Ben de şu an bizimle yaşadıklarını paylaşırken ne hissediyorsun, diye sormuştum ona. Hiçbir şey, demişti. Sınıftaki diğer öğrencilerin ona şaşırarak ve sanırım biraz da tiksinerek baktığını hatırlıyorum. Filme dönersek, Ahmet’in bu hissiz tavırları sevgilisi Aslı’yı (Öykü Karayel) da şaşırtır. Onu anlamaya çalışır, sevgisiz, duygusuz, duyarsız bakışlarının, davranışlarının nedenlerini bilmek ister. Daha kötüsü Ahmet’in değil bir başkasına kendisine bile verebilecek bir cevabı yoktur. Bu yüzden ondan nefret eder ve onu terk eder. Ahmet’in kendini duyumsayabildiği tek yerdir cinsellik. Yatak odasında kendi varlığını hisseder, ama bu insani bir varoluş değildir, hayvani bir varoluş biçimidir. Tek gecelik ilişkilerin normalleştiği çağımızda birey sevginin sorumluluğunu tıpkı Ahmet gibi almak istemez. Çağımızın modern insanına sorsan çoğunluk sevmek ve sevilmek ister, ama bu ihtimal belirdiğinde kişiler genellikle birbirinden hızla uzaklaşır. Önemli olan tüketmektir; bedenleri, anları, eşyayı kısaca hayatı tüketmektir asıl olan. Ahmet’in kadınlara sunduğu bedeni dışında kimseye verecek bir şeyi de yoktur, ta ki seven bir çocuğu görünceye kadar… Ahmet’in evine temizliğe gelen Neriman’ın(Şebnem Hassanisoughi)oğlu, Beşiktaş formasını üzerinden çıkarmayan uysal bir çocuktur. Hiç kimseye verecek gücü olmayan Ahmet, bu çocuğa forma hediye eder. Ondan hiçbir şey beklemeyen Neriman’ı çocuklarıyla birlikte kahvaltıya davet eder. Ve elektriklerin kesildiği bir gece, kapıcı Neriman, Ahmet Bey’e ışık getirir. Ahmet’in karanlık, kendine yabancı dünyasının ilk yırtılışıdır bu. Geçmişine doğru yol alır, karanlıklarına döne döne iner ve ‘acı çekebilen’ saflığın karşısında eğilir.

Ahmet’e sorulan ve Ahmet’in de kendine sorduğu bir soru vardır: “Sen neden normal değilsin?” Uykusu da normal değildir, tepkileri de. İnsanlara yabancı gelir davranışları. Bu yabancılığı kendi de duyumsar. Demirkubuz’un bu konuyu bütünüyle işlediği Yazgı’dan daha farklı bir durum söz konusudur. Camus’un Yabancı romanından uyarlanan Yazgı filmindeki Musa karakterinin verilecek cevapları vardır. Onun yabancılığı kendine değildir. Toplum ona yabancı muamelesi yapar; çünkü yaşama, ölüme, ahlaki değerlere bakışı genele göre anormaldir. Musa bunu hiç dert etmez. Oysa Ahmet’i anormal oluşu rahatsız eder. Bunun için doktora bile gider(Ercan Kesal). Elini muma yaklaştırdığı sahne etkileyicidir. Belki de kendini acıtmak istemesinin sebebi acı çekememekten duyduğu acıdır.

Zeki Demirkubuz, oldukça sade bir dille yalnız ve yabancının bulantısını anlatmış. İnsanı insana davet etmiş. İnsanı insana göstermiş.