vioft2nnt8|201049142CC5|zubabi_zd|ContentPage|ContentText|0xfeffb10800000000b403000001000900
Zeki Demirkubuz'un son filmi Bulantı üzerinden başlayan tartışmalar filmin içeriğinden
ziyade filmin etrafında dönen ve tamamen magazinsel nitelikte olan, hatta tarihi
daha da eskilere giden tartışmalara ve dedikodulara indirgendi. İşte, "Neden
kendisi oynamış?", "Keşke oynamasaymış" türü yazılar, yorumlar internet
medyası üzerinden dolaşıma sokuldu. Tüm bunların üstüne bir de "Nerede ve hangi
sahnede yine Nuri Bilge sinemasına laf çakmış?" türü düşünsel ve teorik bir
açılım gözetmeyen bir sürü kalabalık cümlelerden oluşan konuşmalara tanık olduk. Türkiye'de siyasetten tutalım futbola
ve oradan gündelik hayata kadar tüm alanları ele geçiren tarafgir bir zihniyet ile
zehirlenmiş bakış açıları sanat ve sinema alanında varlığını hakim kılmış
durumda. Nerede, nasıl bir açık yakalayabilirim mantığı, içinde iyilik ve eleştirel
bakış bulundurmaktan öte sinsilik ve kötülük barındırıyor. Bu tip yaklaşımlar film
ve sanat yazını olmaktan öte olsa olsa kişisel hezeyanların, kişisel kavgaların
film eleştirisi, sanat eleştirisi adı altında topluma sunulması olabilir. Böylesi
yüzeysel, kaygan ve zehirli bir zemine indirgenen ve Bulantı'nın fazlası ile nasibini
aldığı bu tip eleştiriler ve bu tür bir zihniyet nedeniyle özelde bu filmin ve daha
pek çok filmin yeterince tartışılmadığını düşünüyorum.
Bulantı'nın diğer bir talihsizliği ise filmin tartışılacağı rahat ve demokratik
bir ortamın pek mümkün olmamasıydı. Ankara'da patlayan bombalar ülke gündemini alt
üst ederken bu filme yönelik süren tartışmaları da bıçak gibi kesti ve gündemin
alt tarafına gönderdi. Toplumlar ve ülkeler mutlu zamanlarda sanatsal işlere ve
tartışmalara fazlası ile açıklar. Ancak tarih bize gösteriyor ki toplumlar ve spesifik
olarak da bireyler ülkelerin savaş ve karmaşa yaşadığı dönemlerde, toplumların mutsuz
ve huzursuz zamanlarında daha çok sanata ve sanatın tartışılmasına ekmek, su kadar
ihtiyaç duyarlar. Avrupa'da birinci dünya savaşının bitiminden ikinci
dünya savaşının arifesine kadar edebiyat ve felsefe alanında ortaya çıkan metinlere
bir göz attığımızda insanlığın zihninde devrim yapacak nitelikte kavramların ve
kuramların bu iki dünya savaşı arası dönemde döllendiği görülecektir. Savaş zamanlarının
barış zamanlarına oranla yaratıcılığı tetikleme özellikleri daha çok bulunuyor.
Çünkü bir yerde ölümler ve savaşlar yaşanıyorsa orada insanların ve toplumların
daha fazla sorgulama, düşünme ve anlam arayışı içinde oldukları genel bir kabuldür.
Çünkü bu tarz zamanlarda insanlar ister gizli ve isterse açık şekilde neden sorusunu
daha çok sorar ve bir cevap almak isterler. Cevap var mı bilemiyoruz. Ancak insanın
içinde bulunan en gizli dürtüler sürekli bir cevap arar. Belki de bugüne kadar insanlığın
hala dünyaya olan inancını koruması da bir cevap ve anlamın olduğuna dair inanç
sebebiyledir. Sanat tarihi burada anlatmaya çalıştığımız konu bağlamında aykırı
örnekler ile dolu. Öyle zamanlar vardır ki insanlar savaş meydanlarında ve cephelerde
namlunun ağzındayken bile şiir yazmaya ve sanat yapmaya devam etmişlerdir. Bu biraz
insanın anlam dünyasını ve iradesini ayakta tutma çabasının bir yansımasıdır. Dolayısıyla
genelde sanat ve özelde sinema tartışmalarını hiçbir zaman eksiltmemek ve gündemin
dibine atmamak gerekiyor. Nitekim bugünlerde Türkiye bağlamında hayatın tümünü kendi
nostaljik ve teolojik zihinsel dünyalarına göre şekillendirmek isteyen otoriteler
en çok da insanların korkmasını, sinmesini ve bunların sonucu olarak da düşünmeyi
durdurmasını arzu ediyorlar. Sanat ise düşünmeyi tetikler. Bu yüzden siyaset kadar
bugünlerde sinema yapmaya ve tartışmaya da ekmek, su kadar ihtiyacımız var.
Zeki Demirkubuz, Bulantı ile daha ilk filminden itibaren sinemasının merkezine yerleştirdiği
meselelere ve filmografisine derin bir çentik daha atıyor. Nitekim Demirkubuz'un
filmsel dünyasında şimdiye kadar tanık olduğumuz konuların ve meselelerin dışına
taşmıyoruz. Bulantı'nın böyle bir iddiasının olduğu da göze çarpmıyor. En azından
filmi izledikten sonra yaptığım çıkarsama ve kapıldığım izlenim bu oldu. Bu filmde
Demirkubuz şimdiye kadar işlediği ve artık kendine has karakteristik özellikler
taşıyan filmsel dünyanın içinde kalarak ve hatta bu kalma durumunu bilinçli bir
şekilde tercih ederek dert ettiği sorunları derinleştirmenin arayışına girmiş bulunuyor.
Yapılan Dostoyevski göndermeleri, diğer filmlerinde olduğu gibi kapıların metafiziğe
varacak şekilde kendi kendilerine açılıp kapanması. Bulantı'nın başkarakterinin
Bekleme Odası karakteri ile benzer isim taşıması ve yine Demirkubuz'un tıpkı Bekleme
Odası'ndaki karakter gibi bu karakteri de kendisinin bizzat oynamış olması bu kanımızı
güçlendiren bulgular. Demirkubuz aslında açık olarak ifade etmese de bir devam filmi
yapmak istemiş ve yapmıştır. Öbür türlü bu karakterin adını Bekleme Odası'ndaki
karakterin adı ile aynı yapmaz ve bizzat kendisi oynamazdı.
Nitekim her film bir makine, bir cihaz gibi çalışır ve çeşitli parçalardan oluşur.
Dikkat edilirse film parçalardan oluştuğu için sanayide kullanılan bir deyim sinema
literatürüne de geçmiştir, montaj... Film parçaları montaj ile bir araya getirilir
ve bütünlük böyle yaratılır. Bu parçalar senaryo, görüntü, kurgu, ses ve oyunculuklardan
meydana gelir. Bu parçaların bazıları doğru ve yerinde çalışırken bazı parçalar
işlevlerini yerine getirmez ve yer yer de arıza verirler. Bu yüzden her filmi bütünlüklü
incelemek yerine bu filmsel parçaların doğru çalışanlarına ve doğru çalışmayanlarına
bakmak gerekiyor. Bulantı'da doğru çalışmayan parça Demirkubuz'un başkarakteri kendisinin
oynamasıdır. Dediğim gibi benzer bir karakteri Bekleme Odası'nda da oynamıştı ancak
Demirkubuz'un o zamanlar daha genç olması onu bu karaktere fiziksel olarak daha
fazla yakınlaştırmıştı. Çünkü Bekleme Odası'nın karakteri daha karanlık bir dünyada
yaşamakta idi. Yaşadığı ev ve beslenme şekli bile daha alt bir dünyaya aitti. Ancak
Bulantı'da karakter daha orta sınıf, daha steril ve denebilir ki daha aydınlık bir
yerde yaşamaktadır. Bu nedenle Demirkubuz'un Bekleme Odası'nda karakteri kendisinin
oynaması o karaktere bir bütünlük sağlayıp onu tamamlarken Bulantı'da oynaması bedensel
nitelikleri gereği bu karakteri tamamlamamış ve bütünlüklü de kılmamıştır. Demirkubuz'un
ana karakterini kendisinin oynamış olması onun gerçek dünyasında kibirli olduğu
üzerinden bir okuma yapılması ve eleştiriye tabi tutulması bu nedenle pek tutarlı
gelmiyor. Bu konuda bir eleştiri yapılacaksa Demirkubuz'un bedensel yapısı ile karakterin
yaşadığı dünya ve o karakterin sahip olması gereken bedensel yapısının birbirine
uymadığı üzerine olmalıdır. Burada oyunculuk anlamında teknik bir hata, bir yanlış
tercih söz konusudur. Yoksa, işte "Demirkubuz çok kibirli ve o yüzden bizzat
kendisi bu adamı oynamış" tarzında bir eleştiri yapmak teknik olarak doğru
bir tespite denk düşmüyor. Eğer sanatçılar kendi yüzlerini ve bedenlerini eserlerinde
kullandıkları için kibirli oluyorsa bunun en tipik örneği Frida Kahlo'dur ve buna
benzer onlarca örnek çağdaş sanat ve sanatçılar bağlamında verilebilir. Meseleye
böyle dar bir yerden bakanlar için sanat tarihinde bu örnekler bolca bulunur. Kendi
yüzünü ve bedenini kendi modeli olarak kullanan onlarca ressama, fotoğrafçıya, güncel
sanatçıya rastlanabilir. Bu tip şeyleri öne sürenler olsa olsa üzüm yemekten öte
bağcı dövme niyeti ile bunu yapmaktadırlar.
Ayrıca dünyaya bakışı, yaşama şekli ve çevresine yaklaşımı itibariyle böylesi kötü
denebilecek bir karakteri Demirkubuz'un kendisinin bizzat oynamış olması ve bu karakterin
kendi gerçek karakteri ile rahatça özdeşleştirilmesini sağlayacak koşulların olduğunu
bilerek bunu yapması bana çok enteresan gelmektedir. Bu anlamı ile Demirkubuz'un
burada yaptığı tercihi de ayrıca çok cesurca buluyorum. Demirkubuz böylesi bir karaktere
bedenini ve yüzünü vererek ve hatta bu karakterin filmsel dünyadaki çocuğu ve karısı
karakterlerini kendisinin gerçek dünyadaki çocuğu ve karısına oynatarak bir şekilde
kendi özel dünyasını ve hatta mahremini de işin içine katmış oluyor. Çünkü birçok
film yönetmeni kendisini ve gerçek dünyasını, anlatısını yaptığı filmsel dünyadan
izole eder ve olabildiğince dışında tutar. Bu konuda Hitchcock örneği çok verilir.
O da kendi yüzünü şeytani bir imge olarak filmlerinde kısacık olarak seyircisine
göstermiştir. Tipik bir kışkırtma girişimidir bu. Hatta bazı film eleştirmenleri
Hitchcock'un kendi yüzünü beğenmemesi, çirkin bulması sebebiyle onu böylesi bir
şeytani imgeye dönüştürdüğünü bile öne sürmekteler. Ancak bu örneğe oranla Demirkubuz'un
burada felsefik bir tercih yaptığını ve bunun da filmin senaryosu ve karakterin
kişilik yapısı ile ilgili olduğunu düşünüyorum. Demirkubuz kendisi oynayarak demek
istemiştir ki; burada anlatılan kötülük ve riyakârlık aslında hepimizin her gün
gerçek dünyada yaşadığı şeyin bizzat kendisi oluyor. Hem filmin seyircisi hem filmin
yaratıcısı filmsel dünyada cereyan eden ve anlatılan meselelerin dışında ve uzağında
değildir. Böylesi bir tercih ve sinemaya bu tip bir yaklaşım Türkiye'de olsa olsa
Demirkubuz'dan beklenir. Belki biraz uç bir örnek olacak ancak bana öyle geliyor
ki Bulantı bu özelliklerinden kaynaklı olarak yarı otobiyografik nitelikler barındırıyor.
Her sanat yapıtı yarı otobiyografiktir, ancak Bulantı'nın böylesi özellikleri fazlası
ile barındırması bu filmi kötü ve kibirli bir adamın hezeyanı yapmaz. Yapsa yapsa
bir sanatçının, bir yönetmenin evvela kendisi adına ve sonra tüm toplum adına bir
özeleştirisi yapar ki bugünlerde en çok ihtiyaç duyduğumuz şey de bu değil mi?
Meseleye buradan doğru bakıldığında sanatçının gerçek anlamı ile eğer tanımlanacak
bir misyonu varsa o da bu zeminde aranmalıdır. Sanatçı, dünyanın ve insanlığın bir
parçası olarak ve içinde yaşadığı toplumun ifade olanaklarına kavuşmuş ve bu olanaklar
ile dünyayı etkileme gücünü elde etmiş birisi olarak başkalarının kötülüğünü ve
riyakârlığını anlatarak kendini bundan izole ederek ve sanki tanrılar katında yaşıyormuş
gibi yapan insan değildir. Sanatsal yaratıcı, başkalarının kötülüğünü ve insanın
hangi durumlarda, hangi günahlar ile yüz yüze geldiğinde bunlar karşısında hangi
tercihleri yaptığını, hangi utanç verici durumlar karşısında nasıl bir davranış
ve ruh hali içine girdiğini anlatırken kendisini de işin içine katabilmelidir. Sanatçı
bunu yapmadığı takdirde basit bir gözlemciye, toplumu ve bireyi röntgenleyen birine
dönüşür. Çünkü eğer sanatçı bir tanrı değilse ve sonuç olarak bir insan ise başkalarının
yaşadığı tüm günahları ve utançları o da bu toplumun ve insanlığın bir parçası olarak
mutlaka yaşamaktadır. Frida Kahlo'nun dünyadaki tüm insanların acısını anlatmak
için tekrar tekrar kendi deforme olmuş bedenini ve yüzünü resmetmesi bu nedenledir.
Bu bir kibir olmanın ötesinde kendini de tıpkı başkalarının düzeyine indirgeyerek
onların acısını ve yaşadıkları sıkıntıları kendinde arama halidir. Yine Montaigne kitap okumadığın anlatır. "Neden?" diye soranlara
"Çünkü kendimi dinliyorum", der. Bu da bir kibir olmanın ötesinde aslında
dünyanın neresinde olursa olsun insanın hayata ve dünyaya aynı tepkiler ve davranış
kalıpları ile cevap verdiğini açıklar niteliktedir. Öbür türlü yaklaşımlar tipik
üçüncü dünya aydınlarının kendilerini toplumdan daha üstün gören ve toplumu yol
gösterilecek bir güruh olarak değerlendiren yaklaşımıdır. Bulantı'ya bu açı ile
yaklaşıldığında Demirkubuz'un mahremini filmsel dünyada bir film malzemesine dönüştürmesi
anlamlı gelmektedir. Bu yaklaşım kibirli bir adamın yaklaşımından öte kendini ifşa
eden bir adamın yaklaşımı olsa gerek. Çünkü gerçekte hiçbir kibirli insan kendini
ifşa etmez. Kibir evvela gizemlilik gerektirir. Kendini saklamayı gerektirir. Demirkubuz
çok rahat şekilde gerçek dünyada özdeşleştirilebileceği bir film karakterini oynayarak
aslında kendisinin parçası olduğu bu toplumun bütün riyakârlıklarını ve kötülüklerini
kendinden başlayarak göstermeyi denemiştir.
İster edebi metin olsun isterse film-metin bu tip sanatsal yaratımları bir çeşit
çağdaş insanın bilinçaltının ve yaşam içinde geçirdiği duygulanım süreçlerinin bu
sanatsal formlar aracılığıyla başkalarına aktarılması olarak görmek gerekiyor. Sanat
yaratıcısı bir şekilde sadece başka insanlar ile konuşarak aktaramayacağı düşüncelerini,
dünya ve insan hakkındaki olan gözlemlerini, yaşadığı döneme dair ruhsal deneyimlerini
yazının olanaklarını ve görüntünün imkânlarını kullanarak topluma aktarmaya çalışır.
Bu anlamı ile her nitelikli edebi metin ve her nitelikli film-metin ortaya çıktığı
dönemin insan ve toplum eğilimlerinin en karanlık, en mahrem, en utanç verici taraflarını
ve insanların bu anlamı ile bilinçaltında yaşadıkları sorunların ortaya çıkardığı
davranışları işlemeye çalışır. Burada şunu söylemek kanımca yerinde olacak. Sanatçılar
insanlar ile konuşmadığı şeylerin sanatını yapar. İnsanların rahatça birbiri ile
gündelik olarak konuştuğu şeylerin romanı yazılmaz. Sanatın karanlık, gizemli, mahrem
ve utanç verici şeyleri sevmesinin nedeni de biraz burada aranmalıdır. Eğer
bir arkadaşımıza anlatabileceğimiz bir sorunumuz var ise onu anlatarak o konuda
yaşadığımız utancı, çelişki ve sıkışmayı aşarız. Eğer bunu anlatamıyorsak ve sanat
yapacak kadar da yetenek ve bilgi sahibi isek bunun filmini ve romanını yazarız.
Bugün zevkle okuduğumuz ve yine büyük keyifle izlediğimiz bazı filmler ve bazı romanlar
sanat eseri haline gelmeden bunların yaratıcıları bize bu eserlerde işledikleri
konuları anlatsalardı birçoğumuz bu sanatçıların deli olduğunu düşünebilirdik. Toplumun
ve bireylerin yaşam mitolojisi ve yerleşik ahlak kuralları hakkında en aykırı düşünceler
ve duygular sanat eseri haline gelince toplum nezdinde meşruluk kazanır. Eğer aykırı
düşünceler sanat eseri haline gelmiyorsa bir delinin zırvaları veya terörist düşünceler
olarak kalırlar. Şöyle ki; Dostoyevski bizim bir arkadaşımız olsaydı ve geceler
boyu bize misafir olup Karamazov Kardeşler romanının karakterlerini anlatsaydı,
bu adamın bir deli olduğunu düşünür ve evimizden kovardık. Ancak aynı konu roman
haline geldiğinde onu büyük ve kutsal bir bilgi kaynağı olarak okuyor ve Dostoyevski'yi
büyük bir yazar olarak anıyoruz. Nitekim büyük roman ve büyük film dediğimiz şey
de tam olarak ortaya çıktığı dönemin ister sosyal ister politik isterse de psikolojik
düzlemde bireyin sahip olduğu davranış ve alışkanlık biçimlerini, ruhsal ve düşünsel
yönelimlerini yansıtabildiği oranda büyüklük sıfatını elde eder. Bunu yansıtamayan
filmler ve romanlar ise tarihe ve zamana karşı fazla dayanıklı olamaz ve nitekim
olamadıkları için de hızlı bir tüketim nesnesi olup zamanın sonsuz koridorunda çürüyüp
giderler. Bulantı'nın bu anlamı ile ne kadar büyük ve ne kadar küçük film
olduğunu şimdiden söylemek yersiz ve zorlama bir tespit olur. Lakin buradaki niyetim
de zaten bunu söylemek değil.
Tüm bu hususlar ile birlikte özetle varmaya çalıştığım yer şurası: Sinema denilen
kurmaca dünya aynı zamanda bir nesneler ve göstergeler sistemidir. Her film öyle
ya da böyle kurmaca dünyaya sızmış veya oraya bilinçli olarak yerleştirilmiş nesnelerin
kuşatması altındandır. Filmsel dünyaya ister bilinçsiz bir şekilde sızmış olsun,
isterse de senaryonun bir parçası olan nesneler filme içkin olan ve filmin sorunsala
dönüştürdüğü dönem ve insanlar hakkında seyirciye bilgi geçer ve seyircinin kafasında
sorular ile cevaplar oluşturur. Bulantı'da Ahmet'in her sabah kahvaltısını
ederken Radikal gazetesi okuması ve bu nesnenin de filmsel dünyada böylesi bir işlevi
bulunuyor. Çünkü masum nesne yoktur. Her nesne bir sosyolojik anlam içerir.
Demirkubuz sinemasında şimdiye kadar iki kategorik tanıma indirgenecek karakterler
karşımıza çıktı. Birinci kategoride orta sınıfın kültürel havuzuna dâhil edebileceğimiz
erkek ve kadınlar hakkında olan filmler: İtiraf, Kıskanmak, Yeraltı, Bekleme Odası
ve C Blok. İkinci kategoride ise alt sınıflardan gelen ve kenar mahalle sosyolojisini
ve davranış modellerini merkezine yerleştiren, bunları sorunsala dönüştüren filmler:
Yazgı, Masumiyet, Üçüncü Sayfa ve Kader. Bulantı bu kategorik tanımların birincisine
tekabül ediyor. Ahmet karakteri akademisyen ve bir çeşit Türkiye'de seküler yeni
orta sınıfın akıl fikir işleri yürüten, maaşlı bir üyesi. Her sabah Radikal gazetesi
okuyup ders verdiği okulda Dostoyevski vb. edebi şahsiyetler hakkında ahkâm kesmektedir.
Cihangir, Beşiktaş ve Kadıköy gibi mekânlarda
kümelenen ve seküler orta sınıfın tipik insanlarından biri. Nitekim bu tarz insanların
arka planında Türkiye'nin '80 sonrası yaşadığı sosyal, ekonomik ve neo-liberalleşme
politikaları yarattığı dönüşümler yatıyor. Birçoğunun anne ve babası taşralı olmasına
rağmen bu yeni orta sınıf bireyleri bir şekilde kentli konumuna evrilmişlerdir.
Sanat ve akıl fikir işleri ile uğraşanları olmakla birlikte bürokratik ve iktisadi
mekanizmalarda maaşlı olarak çalışan ve bir çeşit memur statüsünde olanları bulunur.
Orta sınıfın tipik karakteristik özelliklerine Ahmet şahsında tanık oluyoruz. Dışarıdaki
dünyaya ve sorunlara duyarlı gibi görünüp -ki Radikal gazetesinin nesne-bilgi bağlamında
gerçek dünyada böylesi bir anlamı bulunuyor- ancak diğer yandan kendi varoluş sancılarına
fazlası ile gömülmüş, ruhsal dünyasındaki tüm boşlukları bir çeşit cinsel taşkınlık
ile doldurmaya çalışan, dışarıya karşı gaddar fakat kendi içinde sinik ve korkak
özellikleri bulunan bir kişilik. Bu karakter ve sosyolojisi hakkında akademik
ve edebi pazarda çokça dolaşan bir kavram bulunuyor: yabancılaşma. Nuri Bilge Ceylan
da Uzak filminde Cihangirli fotoğrafçı ile gemici olmak isteyen köylü akrabası arasında
olan bitenleri bu kavram ile açıklamaya çalışmıştı. Anlayacağınız yabancılaşma hayaleti
balinanın karnından çıkarılmış bir büyücü aleti gibi bugünlerde her şeyi açıklamaya
yetiyor. Gerçekten yetiyor mu? O zaman burada bir soru sorarak ilerlemeye çalışayım.
Ahmet gerçekten neye yabancılaşmıştır? Bu yabancılaşma meselesinin bir çeşit ideoloji
sorunu olduğunu düşünmek gerekiyor. Bu tip karakterler ve insanlar tıpkı Osmanlı'da
Tanzimat dönemi ve sonrasında Cumhuriyet dönemini başlatan kadrolar gibi Batılı
kavramlar ile düşünüp iki adım geriye gittiklerinde ise doğulu bir dünya ile karşılaşan
ve buna karşı öfke duyan insanlar. Ahmet'in İstanbul'un ücra bir köşesinde oturan
ailesi ve kardeşi ile olan ilişkisi onun geçmişine karşı ve belki de kendi taşralı
geçmişine karşı içinde biriktirdiği bir öfkenin dışavurumudur. Tıpkı cumhuriyeti
kuran kadronun yüzyıllarca doğulu yaşam ve töreler ile yaşayan Anadolu toplumunu
iki günde oldu bittiye getirerek modernleştirmeye ve batılılaştırmaya çalışması
gibi. Olmayınca da halk ile yönetici kesim ve aydınlar arasında oluşan boşluklarda
bir çeşit yabancılaşma tezahürü... Bulantı'da karşımıza çıkan sorun Osmanlı romanında
ve Cumhuriyet'in erken dönem romanlarında karşımıza çıkmıştı. Orada da yazarlar
bitmek bilmez bir şekilde özellikle erkek karakterlerinin geçmişleri ve kendi medeniyet
ve töreleri ile olan yabancılaşmalarını ve Batılı bir şekilde yaşamaya çalışmalarını
konu ederlerdi. Bugün de Türkiye sineması ve belli başlı edebiyatçılar hala bu konuyu
işlemeye devam ediyor. Çünkü Türkiye'de hem toplumun hem de o toplumun bir parçası
olarak bireyin yaşadığı temel sıkıntılarının başında bu sorun geliyor.
Avrupa medeniyeti kendi aydınlanmasını Antik Yunan medeniyetine dayandırarak böylesi
bir tarihsel bağı geçmişi ile kurabilmişti. "Üç bin yıllık tarihini bilmeyenler
geleceklerini inşa edemez" denilirken bu kast ediliyor. Ancak Türkiye gibi
toplumların ise kendilerini dayandıracakları mutlu ve aydınlık bir tarihsel anları
yoktur. Geçmişte bir nevi barbarlıklar ve canavarlıklar bulunuyor. Oraya da kimse
kendini dayandırmak istemiyor. Cumhuriyeti kuran ideoloji bu nedenle kurmaca Güneş
Dil Teorisi ve tarih tezi ortaya atmıştı. Bu tez bilimsel bulgulara yaslanmadığı
için de çöktü. Türkiye'de bugün de orta sınıf aydını bu tarihsel sakatlıkların ve
hastalıkların getirdiği tüm sorunları kendi zihniyetinde ve ruhsal dünyasında yaşıyor.
Ahmet'in ziyaretine gelen kardeşine yaklaşımlarında bulunan acımasız ve gaddar davranışları
aslında içinden çıktığı medeniyete karşı gaddarlığı ve yaklaşımıdır. Bu gaddarlığı
besleyen temel şey ise her orta sınıf karakterli aydının ruhunda barındırdığı ve
bir türlü yenemediği bir çeşit aşağılık kompleksidir. İçinden çıktığı kültürü beğenmemenin
beslediği bir aşağılık kompleksi. İnsanlar ve toplumlar geçmişleri ile çatışma halinde
ise yaşanan tüm ruhsal ve zihinsel hastalıklar bu çatışmadan beslenir. Çocukluğu
sıkıntılı geçen bir insan nasıl hayatı boyunca bunun sorunlarını yaşar ise tarihi
olmayan veya tarihi sakatlıklar ve hastalıklar ile dolu olan bir toplum da bu sorunlar
ile uğraşır. Ahmet'in ailesi, çocuğu ve çevresindeki kadınlar ile yaşadığı tüm bozuklukların
temelinde onun kendi ailesine karşı ve bu ailenin temsil ettiği medeniyete karşı
duyduğu öfke ve yaşadığı yabancılaşma yatar. Böylesi hastalıklı yönler ile gerçek
dünyada da çokça karşılaşıyoruz. Okumuş yazmış ve bir çeşit sınıf atlamış her küçük
burjuva aydını bu ülkede kendi ailesinden utanır. Onlardan kaçmak ister. Bu aslında
kendi medeniyetinden, kendi tarihinden kaçma istencidir. Çünkü bu tarz aydınların
kafası batılı şekilde aydınlanmış, ancak gel gelelim iki adım ötede toplumun töresi
başka şekilde devam ediyor. Bulantı'nın açık açık vurgulanmasa bile filmin gizli
olarak inşa etmeye çalıştığı anlamsal dünyada ve karakterin sıkışmalarının altında
bu tip bir analizin yattığını düşünüyorum.
Bulantı bağlamında film eleştirmenlerinin diline doladığı bir diğer unsur ise Nuri
Bilge Ceylan'ın Uzak filmi için yazdığı ancak Bir Zamanlar Anadolu'da kullandığı
mum ışığı ve kadın teması. Nuri Bilge böylesi bir sahneyi ilk olarak Uzak için yazmış
ancak kullanmamıştır. Uzak'ın kitap olarak basılan orijinal senaryosunda bu sahne
ayrıntıları ile anlatılıyor. Diğer yandan bu tema sanat tarihinde çok da yeni değildir.
Rönesans ressamlarının çokça kullandığı ve Avrupa aydınlanmasını temsil eden bir
yaklaşımın sonucudur. Sanat tarihi kümülatif bir mantıkla ilerliyor. Bir coğrafyada
ortaya çıkan bir sanat yaklaşımı başka yer ve zamanlarda başka şekiller alarak tekrar
kendini gösterebiliyor. Bu anlamı ile görsel sanatlar söz konusu olduğunda o şunu
buradan almış, o bunu buradan almış demek mantıklı gelen bir yaklaşım değil. Jim
Jarmusch bu bağlamda "Nereden aldığınız değil, nereye götürdüğünüz önemlidir"
der. Aynı görüntü ve imgelerin bağlamları değiştirilerek ve hatta bağlam korunarak
da kullanılabilir. Bu imgeyi nasıl yorumladığınız ve sonucunda ortaya çıkan estetik
ve fikirdir onu değerli kılan. Nuri Bilge bu mum ışığı ve güzel kadın yüzünü Anadolu'nun
en ücra ve unutulmuş bir yerine yerleştirerek kötülüğün kendi kendini itiraf etmesinde
bir katalizör olarak kullanmak istemiştir. Böylesi bir aydınlık ve güzellik karşısında
bir katil bile kendini itiraf etmek zorunda kalsın istemiştir.
Lakin tüm bu magazinsel tartışmaların yanında işte kim kimden almış, kim kimden
çalmış tartışmalarını es geçecek olursak burada esas olarak bu sahnelerde gördüğüm
bir sorun bulunmaktadır. Bu sahneler üzerinden anlatılmak istenen mesele bağlamında
hem Nuri Bilge Ceylan'ın yaklaşımında hem de Zeki Demirkubuz'un yaklaşımında bir
muhafazakârlık seziliyor. Nuri Bilge aydınlanmayı, güzelliği, saflığı ve kötülüğün
tersi olan birçok şeyi evlenmemiş ve bakire olan bir genç kız üzerinden vurgulamayı
tercih etmiştir burada. Bunun çok klasik ve genel ahlaka çıkan bir sonucu da kendi
içinde barındırıyor olması ihtimal dâhilinde. O zaman aklımıza şöyle bir soru geliyor.
Bakire olmayan kadın veya cinsel perhiz yaşamayan kadın kötü müdür? Saflığı ve güzelliği
temsil edemez mi? Bu yaklaşımın sonucu hem Hristiyan teolojisinin önemli figürlerinden
olan Kutsal Meryem Ana hem de Anadolu toplumunun genel ahlak anlayışına çıkar. Belki
de böylesi bir imge tamamen Batılı bir imge olduğundan ve Batılı ressamların Rönesans
dönemindeki yaklaşımlarını yansıttığından böylesi bir dinsel anlamı bulunuyor.
Nuri Bilge saflığı ve güzelliği kutsal bakire imgesi üzerinden vurgulamaya tercih
ederken Demirkubuz ise Bulantı'da aynı temaları daha da sınıfsallaştırmasına rağmen
kocası ölmüş ve bir çeşit cinsel perhiz yapan kapıcı kadın karakteri üzerinden anlatmayı
tercih etmiş. Her iki yönetmenin yaklaşımının benzer sonuçlara varması ve her ikisinin
de saflığı, güzelliği ve iyiliği cinselliği yaşamamış veya bu konuda cinsel perhiz
yapan kadın karakterler üzerinden anlatmayı tercih etmesi ilginç değil mi? Bu yönetmenler
şunu mu demek istiyorlar: Cinsellik kötüdür? Eğer bunu demek istiyorlarsa o zaman
bu yaklaşımın muhafazakâr bir yaklaşımdan ne farkı var? Demirkubuz'un bu konuda
daha da ileri gittiğini düşünüyorum. Cinsel perhiz meselesini kutsal annelik kavramı
ile sentezlemiş ve Ahmet karakterinin yaşadığı cinsel taşkınlıkları ve anlam arayışını
cinsellik üzerinden kapatmaya çalışmasının karşı kutbu olarak kapıcı kadın karakterini
koymuştur. Bu aynı zamanda felsefik bir konumlandırma. Demirkubuz Bulantı'nın finalinde
ise Ahmet karakterini cinsel perhiz yapan kadının ayaklarına götürerek bu cinsel
perhiz ve kutsal annelik meselesini daha yüceleştirmiştir. Ne bu yaklaşımın ne de
Nuri Bilge'nin kutsal bakiresine yüklediği sembolik anlamların özgürlükçü bir yaklaşım
ve sonuç doğurmayacağı, tam aksine oldukça Hristiyanvari bir muhafazakarlık ve geleneksel
bir ahlak anlayışını beslediği ve buraya vardığını belirtmek gerekiyor.
Sonuç olarak: Başta söylediğim şeyi tekrar edeyim. Bir film parçalardan oluşur ve
filmin içinde doğru çalışan ve doğru çalışmayan parçalar bulunur. Doğru çalışan
parçaların neden doğru çalıştığı kadar doğru çalışmayan parçaların da neden çalışmadığı
filmi anlamaya çalışan eleştirmenler ve seyirciler için önemlidir. Ve bu yazıyı
Tuna Erdem'in şu sözleri ile bitirelim: "Bir filmin kaç seyircisi var ortada,
o kadar film vardır çoğu zaman. Herkes kendi filmini izler, izlerken ekler, değiştirir,
görmek isteğini ön plana çıkarıp, istemediğini görmezden gelir. Böylece çoğalır,
zenginleşir film. Kitlelere ulaşamayan sanat sineması diye andığımız alanda, filmlerin
daha fakir olmamasını sağlayan, bu filmleri seyretmeye değer bulanların, filmden
birden fazla film çıkarma zahmetine katlanabiliyor olmalarıdır."
Yılmaz Tekin