Geçen hafta yakın bir arkadaşımla konuşurken söz Ankara’daki katliama da geldi.
Bir iki lafın ardından, birden, bu olayın “epeyce uzak bir geçmişte” yaşandığı gibisinden
bir duyguya kapıldığımı, irkilerek, şaşırarak, ürpererek ve acıyla fark ettim. Oysa
üzerinden bir hafta bile geçmemişti.
102 insan ölmüş, bir o kadarı hastanede yaralı yatmakta... Ve “biz”, anlaşılmaz
biçimde, bu dehşet verici gerçeği belleğimizin gerilerine doğru itmiştik bile. Düşünsenize,
Suruç’ta 34 kişinin ölümüne neden olan benzer saldırı da henüz dört ay önce yaşandı.
Ama, acımasız bir ifadeyle söyleyecek olursam, “unuttuk”! “Unutur” hale geldik,
“unutmayı tercih eder”, “unutmayı başarır” vaziyetteyiz. Evet, irkilerek, şaşırarak,
ürpererek ve bulantıyla kabul etmemiz gereken halimiz, ne yazık ki bu.
Zeki Demirkubuz’un son filmi “Bulantı”, toplumsal bir acıyı “hiç hissetmemiş” gibi
davranan ve hatırlamak istemeyen bir toplumda, bireysel bir acıyı “hiç hissetmemiş”
gibi davranan ve “hatırlamayı tercih etmeyen” bir bireyi, hali vakti yerinde bir
aydın-akademisyen olan Ahmet’i anlatıyor. Ayrılmanın eşiğinde olduğu karısını ve
kızını trafik kazasında kaybettikten sonra, sanki hiçbir şey olmamış gibi işine
gücüne ve kendisinden genç kadınlarla yatak maceralarına devam etmeye çalışan, duyarsız,
ruhsuz, sevgisiz, “başımı kessen kanım akmaz” tavırlı bir adam olarak çiziliyor
Ahmet. Karısının gittiği ilk akşam eve getirdiği sevgilisine de hiçbir duygu iletemeyen
ve çok iyi anlıyoruz ki bu hali gücünden değil güçsüzlüğünden kaynaklanan, zaten
sonunda gene terk edilen, “Zamanımızın Bir Kahramanı” çağrışımlı bir küçükburjuva
aydın var karşımızda. Her gün Radikal gazetesi okuyan ama bir sahnedeki küçücük
vurgu dışında günlük politikaya dair en küçük bir fikir ürettiğine tanık olmadığımız,
tipik bir “Boşlukta Sallanan Adam” bu... Kendisine sorulan hemen her soru karşısında
“Ne demek istiyorsun yani... Ne demek şimdi bu...” diyerek zaman kazanmaya çalışan,
“yanıtsız ve yankısız” bir adam. Evine temizliğe gelen, kocası ölmüş, iki çocuğuyla
apartmanın bodrum katında hayata tutunmaya çalışan kapıcı kadının (ve çocuklarının)
varlığı ise Ahmet’i insanlığa bağlayan tek ve en güçlü bağ olarak görünüyor.
Önceki dokuz filmini seyretmiş ve 1997’de çektiği “Masumiyet”i başyapıt kabul eden
birisi olarak “Bulantı”nın da en iyi Zeki Demirkubuz filmleri arasında yer aldığını
rahatlıkla söyleyebilirim. “Bekleme Odası”ndan sonra bir filminde daha başrol üstlenen
Demirkubuz, senarist, oyuncu ve yönetmen olarak üst düzey bir iş çıkartmış durumda.
Işık ve kamera kullanımından diyaloglara, müziklerden oyuncu yönetimine, genel planlardan
yakın çekimlere dek incelikle ve sağlam biçimde örülmüş bir film “Bulantı”.
KİLİT ALTINDAKİ AYDIN
Ahmet’in (ikinci) sevgilisinin evindeki bir odada “kilitli” kaldığı sahneler her
şeyin özeti ve filmin zirve anlarından biri niteliğinde. Buzlu camın ardında kalıp,
az ötede olan biteni “dinlemekle” yetinen, hiçbir şeye müdahale etmeyen, zorbalık
karşısında sesini bile çıkaramayan aydın takımına cesur, cüretkâr ve sert eleştiriler
yöneltiyor Demirkubuz.
Ahmet’in içinde yer aldığı o koyu karanlığa “Biraz daha ışık!”la yaklaşan müthiş
bir finale sahip “Bulantı”... Tolstoy’dan Dostoyevski’ye, Peter Handke’den Michael
Haneke’ye açılan geniş bir çağrışım alanı yaratan ve karşılaştığı kimi eleştirileri
okuyunca “Bir sanat yapıtını anlamak, çaba harcamayı ve birikimi gerektirir” yaklaşımından
ötürü Karl Marx’a saygımı daha da artıran filmin başlıca kadın karakterlerini canlandıran
Şebnem Hassanisoughi, Öykü Karayel, Cemre Ebuzziya ve Nurhayat Kavrak’ın harika
performanslar sergilediğini de önemle belirteyim.
“Normal-anormal” ve “Anormal-zararlı” ilişkilerine dair ilginç vurgular içermekle
birlikte “Doktor” sahneleri ile “ders” faslının biraz yüzeysel kalmış olması ise
filmin esasa ilişkin bulunmayan kusurları arasında sayılmalı.
Tunca Arslan